1 Ocak 2015 Perşembe

Karıncaları ezmeyen adamın hikayesi ve/veya Türk Medyası'nın 7 Büyük Günahkarları?!

Karıncaları ezmeyen adamın hikayesi ve/veya Türk Medyası'nın 7 Büyük Günahkarları?!

Devri istibdatta söz söylemek memnu idi;
Söyler isen ağlatırlardı ananı.
Şimdi devri hürriyetteyiz;
Önce söyletirler, sonra severler ananı!
Eşref
...
OKUR GÖRÜŞ
Özgürce:
Halas: Kurtuluş
Salah: İyilik
Yallah: Defol
Yeni yılda
Halas, Salah = (…) Yallah
...
ferdane:
Yallah, yallah!:)
...
TC Gokhan Tosun:
Başta sayın HMÖ olmak üzere, sayfanın değerli takipçilerine ve aziz milletimize 2015'in hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Hep birlikte aydınlık yarınlara inşallah.
...
TC Levent Balkan:
HERKES NE EKTİ İSE ONU BİÇECEK 2015 HASAT ZAMANI BELLİ .TEŞEKKÜRLER HM ÖZGÜRTÜRK .SAYENDE ÇOK ŞEYLER ÖĞRENDİM. HAKKINI HELAL ET ALLAHA EMANET OL..
...
Adsız:
Hayrullah Bey,aci tatli bir seneyi geride biraktik. Yeni yilda saglik, afiyet, mutluluklar 
dilerim. Izniniz olursa sizi haber doktoru diye degerlendiriyorum. Sagolunuz Hayrullah Bey, 2015 hepimize ugurlu gelsin, selamlar 
...
Özlem Yolcu:
Sayın Özgür'Türk ve değerli arkadaşlarımız şerefimizle yaşayabileceğimiz yarınlarımız olsun inşaallah hep birlikte;yeni yılımız mutlu ve kutlu olsun 
...
Çolak Ali:
Kaç para veriyorlar sana bunları yazman için.
CB size az bile sabrediyor hainler.
...
Ustr Ümit Türk:
Söyle, sabretmesin!
...
TC Levent Balkan:
HERKESE İYİ SENELER. MUTLU YILLAR SAYIN HAYRULLAH MAHMUT .TÜM TÜRKLERE MUTLU YILLAR. TANRI TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN.
...
VAZİYET
1 Mart öç güncesi!
Acem alacak!
(...)
Dolmabahçe Sarayı'nda bomba alarmı
İstanbul Beşiktaş'taki Dolmabahçe Sarayı önünde üzerinde el bombası ve silah bulunan bir kişi etkisiz hale getirildi.
Saırgül'lere mafya soruşturması
Şişli Belediyesi'nde, Başkan Hayri İnönü ile eski başkan Mustafa Sarıgül ve oğlu Emir Sarıgül arasında, ölüm tehdidi iddiasına varan gerilimle ilgili terör savcılığı soruşturma başlattı. İnönü çifti ifade verdi.
...
DURUM
Enerji bazlı Neo II. Dünya (Nükleer) HAARP'i.
Haber şu:
Başbakanlık'tan yeni yıla günler kala kamu görevlilerine uyarı... Takı da hediye çeki de yasak! Özel şahıs veya şirketlerce sunulan armağanlar iade edilmeli.
Yorum şu:
Adamın biri papaza günah çıkarmaya gitmiş. 
Papaz bakmış adamın ayaklarında ufak ziller var, adım attıkça çıngırak gibi çalıyor:
"Bunlar ne yahu?"
"Ben Allah'tan çok korkarım, karıncaları ezmemek için ayaklarıma bağladım... Karıncalar zilin sesini duyunca kaçıyorlar."
Ve başlamış işlediği günahları anlatmaya...
Komşunun kızından Mahallenin duluna, doksanlık acuzeye kadar, kadınları sıraya koymuş...
Papaz dayanamamış:
"Ulan sen o zilleri ayağından çıkar da başka yerine tak!"
Bir başka bakış açısı'ndan aynı fıkra:
(Mehmet Barlas, Sabah, 15 OCAK 1997 CARSAMBA)
Rahmetli Turan Güneş, barışçı görünüp, sürekli savaş çığlıkları atanlara uygun düşen bir fıkra anlatırdı. Şöyle ki:
Bir katolik, bir gün papaza gidip günah çıkartmak istemiş. Ama önce papazı uyarmış.
- Papaz efendi. Ben öyle iyi bir insanım ki, yoldan geçen karıncalar ezilmesin diye, ayak bileklerime çıngırak taktım. Çıngırak sesini duyan karıncalar kaçıyor ve kurtuluyorlar.
Sonra günahlarını sıralamaya başlamış.
Bir gün eve geldim. Baldızım evde yalnızdı. Duşta yıkanıyordu. Banyonun kapısı aralık kalmış. Gözüm çarptı. Dayanamadım, girdim banyoya. Baldızla seviştim.
Papaz bir çığlık atmış.
- Aman evladım, baldız yarı-kardeş sayılır. Büyük günah bu!..
Adam, hemen paçalarını sıyırıp, çıngırakları göstermiş. Papaz bunun üzerine sesini alçaltmış.
- Peki oğlum. Bu günahın affedildi. Ama başka günah yok değil mi, demiş.
Adam, devam etmiş itiraflarına.
- Bir gün eve geldim. Kayınvalidem evdeydi. Uyuyordu. Hava sıcaktı. Yorganı kaymış üzerinden. Dayanamadım, onunla da seviştim.
Papaz bunları duyunca bağırmış.
- Bacağındaki çıngırakları çıkar. Başka yerine tak. Bırak karıncalar ezilsin. Çıngırakları duyan kadınlar kaçıp, kurtulsun demiş.
Bu "karınca-ezmez" görüntülü şahinleri görünce, hep rahmetli Güneş'in fıkrasını hatırlarım.Bravo!..Hem Moskova'nın, hem Washington'un, Kıbrıs konusunda Türkiye'yi uyarmalarının üzerinden 33 yıl geçti. Hatırlayın. "John Mektubu" gelince, rahmetli İnönü, "yeni bir dünya kurulur" gibi tepkiler seslendirmişti.
Hasılı:
Davutoğlu o çıngırağı nereye takacağına bilecek kadar okumuş.
Arif'e tarif gerekmez.
Nokta.
...
Haber şu:
Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, bugünkü köşesinde 2008'de 12 büyük gazetenin genel yayın yönetmeninin bir araya geldiği fotoğraf karesini paylaştı.  Hürriyet'in 60. yılı dolayısıyla çekilen tarihi karede, Vatan, Hürriyet, Radikal, Bugün, Milliyet, Sabah, Posta, Zaman, Star, Cumhuriyet, Yeni şafak gibi gazetelerin o dönemdeki genel yayın yönetmenleri yer alıyor. Köşesinde "Artık hiçbir güç, bu ülkenin önce gelen 12 gazetesinin genel yayın yönetmenini aynı kareye sokamaz" ifadelerini kullanan Özkök ayrıca "Bu ülkeyi 'millet' yapacak bir aile fotoğrafı ne yazık ki mazide kaldı" dedi. 
Yorum şu:
Hürriyet gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, Mey İçki grubunun başkanı Galip Yorgancıoğlu ile "IWC"nin daveti üzerine Şarap Akademisi'nde katıldıkları "Kütüphane şaraplarını tatma gecesi"nin detaylarını bugünkü yazısıyla okurlarıyla paylaştı. Özkök geceyi düzenleyen isimlerin yanında, davete katılım gösteren meslektaşlarının isimlerini de yazdı. 
Davete katılan gazeteciler; Güneri Cıvaoğlu, Mehmet Yılmaz, Fatih Altaylı, Vahap Munyar, Levent Özçelik, Kanat Atkaya, Sedat Ergin'le ilgili görüşlerini de yazısına ekleyen Özkök'ün, Habertürk gazetesinde köşe yazısı yazan ve son yazısında uzun bir tatile çıkacağını duyuran Fatih Altaylı'yla ilgili yazdığı yorum dikkat çekti. 
Yani?!
Yeni yılın ilk günü vergi zammıyla başladı. Alkollü içki ve sigaraya vergi zammı geldi.
Yani?!
Turkuvaz kokteyl!?
Hasılı:
Beleş içki tanıtımının yazısını yazacak kadar haberci, rakı'ya astronomik zammı sorgulayamayacak kadar başı öne eğik, tevazu sahibi mahçup bir medya duruş'u.
Şarap tatmaktan mukaddem, sersem sepelek.
Ezcümle:
Medya patronajı karşı darbeci'lerle kazan & kazan oynarsa ne olur?
Elcevap:
Medya'nın 7'de 7 ölümcül büyük günah'karları a'dan z'ye.
Arif olan anlar.
Nokta.
...
Yazı şu:
Hıncal Uluç: Noel hediyesi
Günümüz insanı sevgiye öylesi aç ki, onun üzerine yazılmış yazıları okumaya doyamıyor..
Hele O. Henry'nin bu muhteşem öyküsü olursa.. Bu kaçıncı yılbaşı oldu, saymadım, size onun Noel Hediyesi öyküsünü, yeni yıl armağanı olarak verdiğim..
Ben ve bu sütun yaşadığı sürece, her yılbaşı bu öyküyü sizlerle paylaşmaya devam edeceğim..
Her yılbaşı, yeni okurlar da, bu güzelliğin tadına varsınlar..
Her yılbaşı, eski okurlar, bin defa okunsa bıkılmayacak bu keyfi, bir kez daha yaşasın, sevdiklerine bir kez daha sımsıcak sarılsınlar diye..
Sevin ve sevilin dostlarım..
Sevin ve sevilin!..
Sevgi en güzel yeni yıl armağanıdır.
Yeni yılın hepimize yeni umutlar getirmesi dileğiyle..
Diğer yazı şu:
Cem Küçük: 2015: Havada mücadele kokusu var!
Yeni yıla girerken en iyisi aslında Hıncal Uluç gibi yapmak. Yıllardır bıkmadan usanmadan Uluç, O Henry’nin aynı kısa öyküsünü yayınlıyor. Amerikan edebiyatında kısa öykü denince ilk akla gelen isimlerden O Henry’nin hikayesi acıklı da olsa saçlarını feda eden kadının tutku ve sevgiyi anlatması açısından çok önemli.
Yorum şu:
CHP Kocaeli Milletvekili Prof.Dr. Hurşit Güneş'in dün açıklanan TÜİK işsizlik verilerini değerlendirirken işssizliğin sürekli yükseliş trendine girdiğini söyledi.
Hazine 2015'te 128,8 milyar TL borç ödeyecek
Hazine Müsteşarlığı, Hazine Finansman Programı dahilinde 2014 yılı gelişmeleri ve 2015 yılı öngörülerini açıkladı. 2015 yılında, 79 milyar TL anapara ve 49,8 milyar TL faiz olmak üzere toplam 128,8 milyar TL tutarında borç servisi gerçekleştirilmesi, borç servisinin 107,3 milyar TL’sinin iç borç, 21,5 milyar TL’sinin ise dış borç servisi olarak yapılması öngörüldü.
Akşam Gazetesi 170 çalışanının işine son verdi
Hasılı:
Hikaye şudur:
Büyük medya patronajı daha çok kazan'mak adına, anlı şanlı yazarlar ise "kişisel çıkarları adına" hem yanlarında çalışan meslektaşlarına hem de okurlarına yalan söylediler.
Üç Maymun.
Sanki herkes bir gece'de (Fatih Altaylı) milyon dolarlık gazeteci olacakmış gibi bir hava estirildi, bunun karşılığında özgür medya'dan, sorgulayan medya'dan vazgeçildi.
İçinde bulunduğumuz durum'un sebebi malum medya'nın malum yüzleri.
Vicdan'sız, ulusal güvenlik açığı üreten üç maymun ha(z)cı medya'nın kirli el'lerini ak'lamak için kullandığı malum hikaye'yi, Londra üzerinden yazan H. Uluç'tan aktarımla, mercek altına alıp sorgulayacak olursak:
Tam bir dolar seksen yedi senti vardı. O kadar, ne bir sent eksik, ne bir sent fazla!.. Bunun da altmış senti penniden ibaret ufaklıktı. Bu pennileri teker teker bakkal, kasap, manavla çekişe çekişe pazarlık ederek ve her defasında satıcıların cimrilik isnatları karşısında utancından kıpkırmızı kesilerek biriktirmişti. Della paraları üç defa saydı.
Bir dolar seksen yedi sent, o kadar! Halbuki ertesi gün Noel'di.
Kendini odadaki partal divanın üzerine atıp hıçkıra hıçkıra ağlamaktan başka çare yoktu.
Della da böyle yaptı.
Della'nın evi, haftada sekiz dolara tutulmuş mobilyalı bir apartman! Tasvire değer bir hali yok. Tam bir fakirhane!
Aşağıda antrede, içine tek bir zarf sığdırmaya imkan olmayan bir mektup kutusu ile ölümlü bir elin asla çaldıramayacağı bir zil vardı. Kapıda da "Mr. James Dillingham Young" ismini taşıyan bir kart asılı idi.
Mr.James Dillingham eve geldiği vakit size evvelce Della diye takdim ettiğimiz karısı kendisine "Jim" diye hitap eder, boynuna sarılarak onu bağrına basardı.
Gözyaşları dindikten sonra Della eline bir ponpon alarak yüzünü pudraladı. Pencerede durarak apartmanın o kasvetli arka avlusundaki bulut rengi bir parmaklık üzerinde yürüyen bulut rengi kediyi aptal aptal seyretti. Ertesi günü Noel'di. Jim'e bir hediye alabilecek yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı. Bu pennileri aylardan beri birer birer biriktirmişti. Halbuki şimdi hiçbir işe yaramadıklarını görüyordu. Haftada yirmi dolara pek bir şey yapmaya imkan yoktu.
Masraf umduğundan fazlaya çıkıyordu. Zaten her zaman öyle olur!.. Şimdi Jim'e hediye alacak yalnız bir dolar seksen yedi senti vardı.Sevgili Jim'ine güzel bir şey almak hususunda hülyalar kurarak bir çok mesut anlar yaşamıştı. Güzel, nadir, parlak bir şey, Jim'e ait olmak şerefi ile az çok mütenasip bir hediye.
Pencereden uzaklaşarak kendini aynanın önüne attı. Gözleri pırıl pırıl yanıyordu, ama yirmi saniye içinde rengi uçuvermişti. Saçlarını çözerek omuzlarının üzerine döktü.
James Dillingham Young Ailesi'nin iftihar ettikleri iki şeyleri vardı. Birisi Jim'in babasından intikal eden ve aslında büyük babasına ait olan altın saat, diğeri ise Della'nın saçları idi.
Apartmanın hava deliğinin karşı tarafında Saba Melikesi otursaydı Della, kraliçenin mücevherlerini kıymetten düşürmek kastiyle, o güzel saçlarını pencereden dışarı sarkıtırdı. Hazreti Süleyman apartmanın kapıcısı olsa ve bütün servetini, elmaslarını, bodrumda bulundursaydı, Jim ihtiyarı kıskandırıp hasetle sakalını kaşıttırmak için önünden her geçişinde cebindeki saati çekip bakar gibi yaparak gösterirdi.
Della'nın saçları altın renkli bir çağlayan gibi parlayarak ve dalgalanarak dizlerine kadar döküldü ve bir elbise gibi vücudunu örttü. Bununla beraber Della, saçlarının uzun müddet böyle kalmasına müsaade etmedi. Sinirli ellerle hemen topladı. Bir aralık bir an için durdu. Tereddüt eder gibi oldu. Yerdeki kırmızı tüyleri dökük halıya bir iki damla gözyaşı aktı.
Della, gözlerinin yaşı kurumadan kahverengi ceketini kapıp aynı renkteki şapkasını başına geçirdiği gibi, eteklerini savurarak kapıdan fırladı.
Merdivenleri inip sokağa çıktı. "Mm. Sofronie. Her nevi saç levazımı" ibaresini taşıyan bir tabelanın önünde durdu. Bir hamlede kendini yukarıda buldu. İriyarı, süt beyaz, soğuk bir kadın olan Madam Sofronie'ye nefes nefese:
Saçlarımı alır mısınız? diye sordu.
Madam:
- Saç alırım ama şapkanı çıkar da bir bakalım, cevabını verdi. Della altın renkli, çağlayana benzeyen saçlarını döküverdi.
Madam, saçları pişkin bir alıcı eli ile bir yokladıktan sonra.
- Yirmi dolar, dedi.
Della:
- Peki. Derhal, cevabını verdi.
Ondan sonraki iki saati pembe bir bulut üstünde uçar gibi sevinçle nasıl geçirdiğini bilmiyordu.
Edebiyat bertaraf, Jim için istediği hediyeyi bulmak arzusu ile dükkanların altını üstüne getiriyordu.
Nihayet bulabildi. Hasseten Jim için yapılmış bir şey? Dükkan dükkan gezmiş, hiçbirinde buna benzer bir şey görmemişti.
Platin bir saat zinciri. Kıymeti, fazla gösterişli süslerde değil, deseninin sadeliğinde ve kibarlığında idi.
Bütün iyi şeyler böyle olmalıdır.
Zincir Jim'in o emsalsiz saatine layık derecede güzeldi. Della ilk nazarda kararını verdi. Zincir tıpkı Jim gibi idi.
Gösterişsiz, fakat kıymetli. Kocasını da, zinciri de aynı şekilde tarif etmek mümkündü, yirmibir dolar verdi.
Bu zinciri taktıktan sonra Jim artık, saatine nerede olsa bakabilir, daha doğrusu bakmaya heveslenebilirdi.
Halbuki, şimdi o emsalsiz saate, bir kayışa asılı olduğundan hep gizleyerek bakıyordu.
Eve avdet ettikten sonra Della'nın sarhoşluğu biraz geçti. Aklı başına gelerek ihtiyatlı hareket etmeyi düşündü. Saç maşalarını çıkartarak hava gazını yaktı. Ve aşkla cömertliğin birleşmesinden doğan tahribatı tamire koyuldu. Sayın dostlar, burun kıvırıp geçmeyin. Bu her zaman muazzam bir iştir. Müthiş bir iş!.
Kırk dakika zarfında saçları mektep kaçağı bir çocuk kafası gibi kıvrım kıvrım olmuştu. Della aynadaki aksini tenkitçi bir nazarla uzun uzadıya dikkatle seyretti.
Kendi kendine:
- Jim bu halimi görüp de ilk bakışta öldürmezse iyi. Tiyatro kızlarına benzetecek ama ne yapayım. Bir dolar seksen yedi sentle ne alınabilirdi ki, dedi.
Yedi buçukta kahve pişirilmişti. Tava da sobanın arkasına yerleştirilerek ısıtılmış olan pirzolaları kızartmak üzere hazırlanmıştı.
Jim, hiç geç kalmazdı. Della zinciri avucuna alarak kapının yanındaki masanın başına oturdu.
Kocasının, merdivenlerin ilk basamağındaki ayak seslerini duyunca bembeyaz oldu. Gündelik, en basit şeyleri için dua etmeyi adet etmişti.
- Büyük Allahım! Yalvarırım sana, ne olur, saçlarımı beğendir, diye mırıldandı.
Jim kapıyı açtı ve içeri girip arkasından kapadı.
Zayıf ve pek ciddi bir hali vardı. Zavallı henüz yirmi iki yaşında, aile yükü taşıyordu. Yeni bir pardesüye ihtiyacı vardı, ellerinde eldiven yoktu.
Odaya koku almış bir av köpeği gibi etrafına kayıtsız bir halde bakınarak girdi. Gözleri Della'ya dikilmişti. Della bu dik nazarların manasını anlamayarak korktu. Bu nazarlar ne hayret, ne hiddet, ne dehşet, ne beğenmemezlik, yani genç kadının hazırlandığı hislerden hiçbirini ifade etmiyordu.
Jim, yüzünde o garip ifade ile nazarlarını karısına dikmiş sadece bakıyordu.
Della masanın yanından kıvrılarak yaklaştı.
Jim, şekerim ne olursun öyle bakma, diye yalvardı. Saçımı kesip sattım. Noel'i sana hediye almadan geçiremezdim, ölürdüm. Ne olacak yine büyür. Affediyorsun değil mi? Ne yapayım başka çarem yoktu. Saçlarım çabuk büyür. Unutalım bunu, haydi Jim, şekerim. Noel'in mübarek olsun de de barışalım. Ne güzel ne hoş bir hediye aldığ-ı mı tasavvur edemezsin, dedi.
Jim zihnini yoracak kadar düşünüp taşındığı halde bir türlü anlayamamış gibi yavaş yavaş:
- Saçını mı kestin, dedi.
Della:
- Kesip sattım. Bu halimi beğenmedin mi?
Eskisi kadar sevmedin mi? Saçsız da yine aynı insan değil miyim, diye yalvardı.
Jim etrafına şaşkın şaşkın baktı. Nihayet aptallaşmış gibi:
- Saçımı kestim mi dedin, diye cevap verdi.
Della:
- Evet, kesip sattım diyorum, diye izah etti.
Yavrucuğum bu akşam Noel! Beni mazur gör, affet. Senin uğruna gitti, deyip ciddi bir tatlılıkla:
- Saçlarımın tellerini saymak belki mümkündür ama sana olan sevgimi ölçmek imkansızdır.
Şekerim, pirzolaları ateşe koyalım mı? diye sordu.
Jim, daldığı rüyadan uyanır gibi oldu.
Della'cığını kollarına aldı, pardesünün cebinden bir paket çıkararak masanın üstüne attı.
- Dellacığım, aldanıyorsun. Saçını nasıl kesersen kes, hiç fark etmez. Sana olan sevgimde hiç değişiklik yapmaz. Paketi açarsan birdenbire neden afalladığımı anlarsın, dedi.
Della beyaz parmakları ile kağıdı yırtarak ipleri kopararak paketi açtı. Açmasıyla feryadı basması bir oldu.
Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
Paketten Della'nın Broodway'de bir vitrinde görüp uzun müddettir arzuladığı taraklar çıkmıştı.
Kaplumbağa kabuğundan yapılmış elmas kenarlı o güzel taraklar işte önündeydi. Renkleri de saçlarına ne kadar uyuyordu. Pahalı olduklarını bildiğinden hiç ümide kapılmadan beğenmiş ve arzulamıştı. Hiç beklemediği olmuştu. Ama ne çare ki pek tamah ettiği bu canım tarakları süsleyecek lüleler gitmişti.
Della nihayet kendini toplayarak kocasının getirdiği hediyeleri bağrına bastı. Gülümseyerek kocasına baktı.
- Şekerim, saçım pek çabuk uzar, deyip tüyleri tutuşan bir kedi gibi yerinden fırlayarak:
- Ay unutuyordum, diye bağırdı.
Jim alınan güzel hediyeyi görmemişti. Della avucunu açarak sevinçle kocasına uzattı. Bu kıymetli, fakat donuk maden genç kadının ruhundaki ateşin aksi ile parlar gibi oldu.
Şekerim, güzel değil mi? Bütün şehri altüst ettikten sonra bulabildim. Saatini ver bakalım nasıl yakışacak, dedi.
Jim, Della'nın dediğini yapacak yerde kendini sedire attı. Ellerini başının arkasına koyarak gülmeye başladı.
- Della sevgilim, Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım. Pirzolaları koy bakalım ateşe, dedi. 
....
İsa'ya doğduğu zaman hediye getiren Mecusiler akıllı insanlardı. Noel'de hediye vermek adetini onlar keşfettiler.
Akıllı oldukları için daima uygun hediyeler getirirler ve çift olanları değiştirirlerdi.
Birbirleri için en kıymetli şeylerini feda eden iki akılsız gencin bir vakasını hikaye ettim.
Fakat bugünün akıllı gençlerine şunu hatırlatmak isterim.. Bu iki gencin birbirine verdikleri hediyeden daha uygunu olamazdı. Alıp verilen armağanlar arasında bunlarınkinden daha uygunu yoktur. Günümüzün hakikaten kıymetli insanları işte bu gibilerdir.
(O. Henry'nin bu öyküsünü dilimize Nuri Eren çevirdi. Öyküyü Milli Eğitim Bakanlığı, Dünya Edebiyatından Seçmeler Dizisi/ Hikayeler1/ O.Henry adlı kitaptan aldım. )
Nüans şurada:
Soru 1: Naçizane biz'lere sansür uygulandığında, çalışmamız engellendiğinde "iki gazeteci" ısrarla "bana sansür uygulanmıyor, istediğim gibi yazıyorum, karışanım yok", diyordu. Bunlardan birinin adı Engin Ardıç, diğerinin adı da Hıncal Uluç'tu. Bu durum'da Hıncal Uluç, İsrail / İran makas'ından hangi noel hediyesi ile çıkabilir!? Takas / makas zamanlar!?
Soru 2: Hıncal Uluç başta olmak üzere üç maymun diğer ünlü gazeteciler, yılbaşına işsiz giren gazetecilerin cebinde kaç para olduğunu merak etmişler midir, etmedi iseler sebebi nedir?!
Soru 3: Ünlü gazetecileri "milli güvenlik" adına görevlerini yapmaya davet ettiğimizde, "Herkes senin gibi değil, onların bakmakla yükümlü oldukları aileleri var, çalışmaya mecburlar" diyenler, merkez medya'nın, Türkiye'nin, dünya'nın geldiği durum'dan memnun mudurlar?! Ortada bir eser var ise sahip'leri kimlerdir?!
Elcevap:
Ayna'ya bakmak elzem.
Ayna'ya bakabilmek için ar damarının çatlamamış olması elzem.
Aksi halde ne söylense boş.
Hıncal Uluç'un her yılbaşı'nda tekrar yaptığı öyküsünde olduğu gibi kocasına "hediye vermek" için saçını satan kız'ın ve/veya karısına tarak almak için saatini satan koca'nın hikayesi bir yana, daha lüks tüketmek adına medya'nın elit kesimi kalem'in namus'unu satmış ise fahişe kalem'ler için ne yapmalı!?
Saat kaç?!
Ezcümle:
Medya'nın anlı şanlı yüzleri de İsrail / İran makas'ında.
Takas için şartlar mümkün mü?!
"Della sevgilim, Noel hediyelerimizi bir kenara koyup bir müddet saklayalım. Bugünkü halimize uygun değil. Biraz fazla. Tarakları almak için saati sattım" ise cevap, BOP'eşbaşı AKP iktidarında biri'leri lüküs ha(z)cılık yapsın diye yağmalanan, yağmalatılan taşınmaz listesi, nakit merkezleri A'dan Z'ye ortada.
Nokta.
...
VAZİYET
Kitabın adı: Yedi Büyük Günah / Bir “Yırtık Don” Projesi
Yazarı:Ertuğrul Özkök, Emrah Akkurt
1. baskı / Mayıs 2012
Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık
266 sayfa
17 TL
(…)
Arka Kapak Tanıtım Yazısı:Ertuğrul Özkök aykırı bir gazetecilik çalışmasına daha imza attı. Yedi Büyük Günah’ta, “Cumhuriyet’in 100. yılına programlanmış”, 21. yüzyıl için bir “demokrasi provokasyonu” da denebilecek “yedi büyük olay” var. Ertuğrul Özkök yine çıldırdı: Bu kez yedi büyük günah işledi: Yüz yıllık yedi çam devirdi, yedi put kırdı, Türkiye’nin en bam tellerinden yedisine fena halde bastı! Yedi Büyük Günah’ta Cumhuriyet’in 100. yılında gerçekleşmesi planlanmış, 21. yüzyıl için demokrasi provokasyonları da denebilecek yedi büyük olay var. Özkök’ün, suç ortakları Emrah Akkurt ve İsmet Berkan’la birlikte işlediği bu yedi günah ne olabilir sizce? Tahmin bile edemezsiniz! İnanmazsanız bakın: Ayasofya, Ortodoksların ibadetine açılıyor! Çanakkale’nin adı Troya oluyor! Gürcistan ve Ermenistan, Türkiye’ye katılıyor! İzmir, Türkiye'den ayrılmak istiyor! Efes’te bir Özerk Bölge kuruluyor! Bir Ermeni şirketi Fenerbahçe’yi satın alıyor! Lezbiyen bir Cumhurbaşkanı adayımız oluyor! Cüretkâr okur, sözümüz sana: Bu senaryolar beni kesmedi diyorsan, yeterince provokatif bulmuyorsan, buyur tartışmaya: Özkök’ün her günah “Senaryo”sunun ardından Emrah Akkurt’la girdiği kıran kırana“Tartışma”lar da bir o kadar kışkırtıcı ve zihin açıcı!
(…)
Sayfa 15:
BİRİNCİ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Türkiye, Ayasofya’yı Ortodoksların ibadetine açıyor!
(…)
Sayfa 27:
“Dün Hasan (Celal Güzel) Bey’i aradım. Urla’ya yerleşmiş…”
(…)
Sayfa 32:
Senaryoda Hasan Celal Güzel’in bir yazısından söz ediliyor. O yazı gerçek. Radikal gazetesinde yayınlandı. “Ayasofya hem Ortodokslar’ın, hem Müslümanlar’ın ibadetine açılsın” diyor.
(…)
Sayfa 34:
Demokrasilerde“büyük resim”, “cambaza bak” demektir. Otoriterliğin “cambaza bak”haykırmasıdır. Demokrasiyi asıl belirleyen esas öge, küçük resimlerdir.
(…)
Sayfa 51:
İKİNCİ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Çanakkale’nin adı Troya oluyor.
(…)
Sayfa 57:
Kitapta, Fransız tarihçi Poucet’in, 1190 – 1264 yılları arasında yaşamış Vincent de Beauvais’den yaptığı şu ilginç alıntı vardı: “Troya’nın tahrip edilmesinden sonra Troyalılar ikiye ayrıldılar. Bir grup, Troya Kralı Priamos’un oğlu Hektor’dan torunu Frankon’u takip etti; ötekilerse Priamos’un oğlu Troilus’tan torunu Turkus’un peşinden gittiler. İşte bu yüzden bugün adları Franklar ve Türkler olan iki halk var.” Kitapta bunun gibi birçok alıntı var.
(…)
Sayfa 62:
Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar, Çanakkale Savaşı’nda kaybettikleri insanlar için “Şafak Ayini” yapıyordu.
(…)
Sayfa 65:
Doğan Haber Ajansı’ndaki Troya haberini görünce, “Cool!” dedi ve devam etti:
(…)
Sayfa 70:
Başbakan tören yerinden ayrılırken, Fatih Sultan Mehmed’in sözlerini hatırladı:“Troyalılar’ın intikamını almak bana nasip oldu.”
(…)
Sayfa 78:
Ben sadece Nazi hareketine katılan insanların oraya hangi duygularla katıldıklarını incelememiz gerektiğini söylüyorum.
(…)
Sayfa 81:
Twitterşirketinin kendi verdiği bilgiye göre aktif hesap sayısı 50 milyonmuş.Geliyorum asıl vurucu sonuca. Her gün, Twitter kullanıcılarına ulaşan twett’lerin yüzde 50’sini 20 bin kişilik grup yazıyormuş. Bu ne şimdi? Demek ki, klasik medya nizamının bütün arızaları Twitter’da da devam ediyor. 20 bin kanaat önderi her gün fikir üretiyor, ötekiler de onu tartışıyor. Ee, dünyadaki bütün gazetelerdeki köşe yazarlarını topla, onların sayısı da işte o kadardır. 20 bin, hadi bilemedin 40 bin kişi.
(…)
Sayfa 87:
Özel yetkili mahkemeler, tek kişinin liderliği, güya sivil kontrol altında olup da aslında kontrol edilemeyen bir polis teşkilatı, konuşamayan bir basın…
(…)
Sayfa 87:
Kim korkmaz ki? Korkmamak mümkün mü? Her an özel hayatını deşifre etme gücüne sahip…
(…)
Sayfa 88:
Aynı şeyi liberal aydınlar için söyleyebilir miyiz?
Hayır oradaki Stockholm sendromu değil bu.
(…)
Sayfa 90:
Ama yüzde 30 var ki, benim gözümde Evren’in yaptığından hiçbir farkı yok. Hatta daha tehlikeli. Evren’in yaptığından hiçbir farkı yok. Hatta daha tehlikeli. Evren’in döneminde hiç olmazsa insanların evleri içerisinde bir mahremiyetleri vardı. Artık bu da yok.
(…)
Sayfa 95:
ÜÇÜNCÜ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Gürcistan ve Ermenistan, Türkiye’ye katılma kararı alıyor.
(…)
Sayfa 103:
Bakan kabaca özetledi: “Federal bir yönetim olacak, Gürcistan da federe cumhuriyet olarak bize katılacak. Esas şart bu.”
(…)
Sayfa 103:
Başbakan Yardımcısı ve Başbakan’ın kocası Fetullah Ayasıl söz aldı. “Benim” dedi Fetullah Ayasıl, “Üç endişem var. Bu endişelerimi soru şeklinde söyleyeceğim. Birincisi Türkiye Cumhuriyeti’nin adını Anadolu – Kafkas Federal Cumhuriyeti gibi bir isimle değiştirmemiz gerekecek mi?”
(…)
Sayfa 125:
Erdoğan’la ilgili birkaç görüşümü aktarayım: Kararlı bir lider. Dediğini yapan bir lider. Öyle olduğu için askere geri adım attırdı. Erbakan 28 Şubat bildirgesini imzalamıştı. Tayyip Erdoğan 27 Nisan bildirgesine karşı bildirgeyle cevap verdi ve askeri püskürttü. Çok önemli bir şey bu. Kimse inkar edemez bunun önemini. Çünkü, Tayyip Erdoğan ayrılsa da, partisi seçimi kaybetse de bir daha artık askerin geriye dönüşü söz konusu olamaz.
(…)
Sayfa 131:
O yüzden belki de tekrar Ortega y Gasset okumamız lazım. Kitlelerin İsyanı’nı tekrar okumamız lazım. Kitle korkutucu birşeydir.
(…)
Sayfa 132:
28 Şubat’ta dayak yedik palavra!
(…)
Sayfa 136:
Tayyip Erdoğan’ın başarılı olması, gövde dansı, delikanlı adam hali, ekonominin iyi gitmesi… Ekonomi bir ara sendeledi, yerel seçimlerde AKP’nin oyu yüzde 38’e düştü.
(…)
Sayfa 137:
Şu anda Türk basınındaki meselenin, sadece Tayyip Erdoğan’ın kurduğu baskıdan kaynaklandığını düşünmüyorum. Bir tür Stockholm sendromu yaşıyor basın.
(…)
Sayfa 137:
Sabahleyin kapını çalan sütçü değil de polisse ne yapacaksın ki? Okuyoruz işte, evlere bırakılan CD’ler, bilgisayarlara sonradan eklenen dökümanlar. Bir zamanlar insanlar korkardı, polis cebime, uyuşturucu atacak diye… İşte, uyuşturucu atmıyor da CD atıyor.
(…)
Sayfa 141:
DÖRDÜNCÜ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Oya Sarı Hareketi, Ege’yi Türkiye’den ayırmak istiyor.
(…)
Sayfa 143:
“Gavur İzmir Hareketi”!
(…)
Sayfa 145:
“İzmir Eyalet Olsun.”
(…)
Sayfa 153:
Demokrasi sözlüğüne “mini etek”, “rakı” ve “kalamar” maddeleri giriyor.
Bağımsız İzmir devleti! Güleyim mi ağlayayım mı?
Bence ne gül ne ağla. Sadece düşün.
(…)
Sayfa 155:
Avrupa, “Türk”kelimesini Türkler’den önce keşfetti, bunu unutmamak lazım.
(…)
Sayfa 160:
Şu an Türkiye’de, Tayyip Erdoğan çıksın desin ki, kardeşim, basın bundan sonra özgürdür, isteyen istediğini söyler, kimse bundan dolayı yargılanamaz vs. Emin ol, bu söylemin ardından hiçbir gazete patronu tekrar eski düzendeki özgürlük ortamına dönmek istemeyecektir.
(…)
Sayfa 161:
İzmir’de saçınıuzatanlara “ibne” diyorlardı, ben saçımı uzatıyordum.
(…)
Sayfa 162:
Türkiye demokrasisinin birinci özelliği “din vuvuzelası” ise ikincisi de “Kürt vuvuzelası”dır. Buna bir de çok etkili bir “aydın vuvuzelası” eklemek gerekir.
(…)
Sayfa 164:
Sakın bana“geylerin problemi daha büyüktür” demeyin, bizi Sünniler de, Kürtler de, Beyaz Türkler de çarmıha gerer.
(…)
Sayfa 168:
Twitter cemaatine ve Facebook toplumuna ait olma duygusu, giderek yeni bir aidiyet biçimi haline geliyor.
(…)
Sayfa 168:
Yazdığım senaryonun birçok bölümü gerçek olaylara dayanıyor. Ege’nin tarihinde federatif bir sistemde yaşama geleneği var. Birçok İzmirli’de şu düşünceye rastlıyorsunuz: “Sadece Ege olsa, biz çoktan Avrupa Birliği’ne girmiştik.”
(…)
Sayfa 171:
BEŞİNCİ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Türkiye, Efes Özerk Otoritesi’ni kabul ediyor.
(…)
Sayfa 199:
St. Petersburg estetiğini yaratan kişinin Büyük Petro olduğunu da unutmayalım.
(…)
Sayfa 207:
ALTINCI BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Fenerbahçe, Ermeni yatırım şirketine satılıyor.
(…)
Sayfa 213:
“Fenerbahçe Türk’tür, Türk kalacak…”
(…)
Sayfa 222:
Tartışma
Fenerbahçe Cumhuriyeti’nin temelleri sarsılıyor.
(…)
Sayfa 230:
CenapŞahabettin’in bir sözü vardı. Mealen şöyleydi: Yazar – çizer takımıhırslandıkça söver, avam ise sövdükçe hırslanır.
(…)
Sayfa 235:
YEDİNCİ BÜYÜK GÜNAH
Senaryo
Lezbiyen aday, Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimine giriyor.
(…)
Sayfa 239:
Sonra ağzından şu cümleler döküldü:
“Ich bin schwul, und das ist auch gut so…”
“Ben ibneyim ve böyle olması da iyi!”
(…)
Sayfa 246:
Tartışma
Arkadaşlar, hazır mıyız?
Öyleyse, “Batsın bu dünya!”
Kitabın ana teması neydi? “Mümkünsüzün demokrasisi.”
(…)
Sayfa 266:
“Mücadele etmek için gereken bütün silahlara sahipsin!”
“Artık savaş…”
...
DURUM
Kitabın adı: ZEYTİNDAĞI
Yazarı: Falih Rıfkı Atay
Hürriyet, Kasım 2012
Pozitif Yayınları
169 sayfa
(…)
Sayfa 33:
Harbe nasıl, niçin ve ne hesapla girmiştik? Bunu bir adam biliyor: Enver!
(…)
Sayfa 50:
Bir Fransız Raporu diyor ki:
“Lübnanlılar ihtilal yapmazlar. Bizden bir vakitler silah istediler, verdik. İsyan çıkaracakları yerde, silahları çöl araplarına sattılar!”
(…)
Sayfa 55:
Bir Fransız vesikası der ki:
“Lübnanlı Hristiyanlar Fransız dostudurlar. Hıristiyanları sevmedikleri için Lübnanlı Müslümanlar da İngiliz taraflısıdırlar. Beyrut Arapları’nın çoğu Fransa’yı sever. Fakat Ortodokslar Ruslar’a bağlanmışlardır. Niçin? Hiç…Kendilerine göre Osmanlı bayrağından daha şerefli ve nüfuzlu herhangi bir bayrağa bağlanmış olmak için…”
(…)
Sayfa 58:
Eski hikayedir: Kurban Bayramı’nda hatip arapça olarak ve makamla, şeriata göre koyunun nasıl yatırılıp kesileceğini anlatıyordu. Sıra arasında bir Arnavut ağlamaya başladı. Yanındaki sordu:
“Ne ağlıyorsun?”
“Baksana neler söylüyor!”
(…)
Sayfa 82:
İyi asker olmayan Cemal Paşa mükemmel levazımcılık yapıyor.
(…)
Sayfa 84:
Bu bir damla elmanın hikayesi!
Bir müddet sonra Enver Paşa “Birinci Ferik” olmuştu. Bu da Dördüncü Ordu Kumandanı için ağır bir darbe idi. İki gün sonra Enver Paşa, Cemal Paşa’nın Birinci Ferik’liğini tebrik ediyordu. Bu da iki santim sırmanın hikayesi!
(…)
Sayfa 86:
Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanı yanyana idi. Şeyh, size kim olduğunuzu sorar:
- İngiliz misiniz?
- Yaşa İngiliz!
- Türk müsünüz?
- Yaşa Türk!
(…)
Sayfa 87:
İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp İngilizlere satarlardı.
(…)
Sayfa 94:
Cemal Paşa yolsuzluk yapmazdı. Fakat ihsanları da boldu. Mesela hatırı sayılır ziyaretçilerine İstanbul’a ipekli kumaş götürmek izni verirdi. Herkes işin içyüzünü bilmediğinden, düşmanları bundan faydalanarak Cemal Paşa’nın ticaret yaptığı dedikodusu bile çıkarırlardı.
(…)
Sayfa 97:
Cemal Paşa, Boyacıköyü’ndeki yalısındaki son günlerinden birinde:
“Bir şey yapmak istiyorum, kanun karşıma çıkıyor. Kanun nedir? Ben yaptım, ben bozarım.
Bu Enver’in bir sözünü hatırlatır:
Yok kanun, yap kanun!
Der ve anlamayanlara izah ederdi:
- Yaparım olur, bozarım olmaz.
(…)
Sayfa 107:
Almanlar Büyük Harb’de Türkiye’ye kendi teğmenlerinin ismini koymuşlardı: Enver’land!
(…)
Sayfa 113:
Mustafa Kemal’in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak’taki Türkiye sınırı idi.
(…)
Sayfa 113:
 Haleb’den Bağdad’a giden Fon der Golç Paşa’ya Baron Oteli’nde bir ziyafet vermiştik.
İhtiyar General:
“İngilizleri mensup oldukları denize dökmeye gidiyorum, demişti.
Bir müddet sonra kendisinin kara tabuta kapanmış cesedini yine Haleb istasyonunda selamlamıştık.
(…)
Sayfa 115:
Cemal Paşa değil; Suriye düşüyordu. Yalnız rütbeye, nişana ve sırmaya fazla itibar eden bir memleket olduğu için, Anadolu köyleri gibi sessiz ve kimsesiz değil, başkumandan, mareşal ve nazır üniformalarına sarınarak, daha gösterişli ve debdebeli düştü.
(…)
Sayfa 116:
Karargahın içinde: “Kudüs düştü!” sözü ölüm haberi gibi yayıldı.
(…)
Sayfa 117:
“Benim Ahmed’i gördünüz mü?” diyor!
(…)
Sayfa 118:
Fakat biz Ahmed’i kumarda kaybettik.
(…)
Sayfa 116:
Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların adam yerine saymak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y.K. bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu:
“Paşam, söyler misiniz, bu harbe niçin girdik?”
Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşalmış gibi ohlayarak bekledi. İşte cevap:
“Aylık vermek için!”
Ve ilave etti:
Cemal Paşa'ya sorulan:
“Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.”
Kırtasiye ve maaş imparatorluğunun tarihi işte böyle biter.
(…)
Sayfa 169:
Yemen kahramanları ne yapıyor?
...
Ve...
Son olarak...
“Eşek” Kamil?!
Eşref, İzmir'in kazalarından birinde kaymakamken, İzmir valisi olan Kâmil Paşa, o kazaya teftişe gelmiş. Vali kazaya geldiğinde Eşref bir eşeğin sırtında tur atıyormuş.
Eşref o halde gören Kâmil Paşa, Eşref'in dikkatini çekmiş:
Aman dikkat et Eşref, eşek seni düşürmesin!
- Meraklanmayın paşa, eşek kâmildir.
(…)
Bu bağlamda “Şair Eşref kimdir?”!
1847’de Manisa’nın Kırkağaç ilçesi Gelenbe kasabasında dünyaya geldi. 1912’de aynı kasabada yaşamını yitirdi. Asıl ismi Mehmet Eşref.
Usulizade Hafız Mustafa Efendi’nin oğlu.
İlköğrenimini Gelenbe’de tamamladı. Manisa’da Hatuniye Medresesi’nde Arapça ve Farsça dersleri aldı.
Özel öğretmenlerden matematik, tarih öğrendi.
1870’te Manisa Vilayeti Tahrirat Kalemi’nde memur olarak göreve başladı.
Turgutlu, Akhisar ve Alaşehir’de mal müdürlüğü yaptı.
Fatsa Kaymakamlığı’na atandı.
Birçok ilçede kaymakam olarak çalıştıktan sonra Gördes kaymakamlığı görevine getirildi.
Burada gördüğü yolsuzlukları şiirleriyle hicvedince bir yıl hapse mahkum edildi.
Cezasının ardından İzmir’de gözetimde tutuldu.
1903’te Mısır’a kaçtı.
Bir süre Fransa, İsviçre ve Kıbrıs’ta yaşadı.
Tekrar Mısır’a döndü, Curcuna isimli mizah dergisinde yazılar yazdı.
2. Meşrutiyet ilan edildikten sonra İstanbul’a geldi.
Eşref ve Musavver Eşref isimli mizah dergilerinde başyazarlık yaptı.
Adana vali yardımcılığı görevindeyken emekliye ayrılıp Kırkağaç’a yerleşti.
Yaşamının kalan bölümünü burada geçirdi.
Türk edebiyatının hiciv ustasıdır.
Tanık olduğu yolsuzlukların üzerine çekinmeden gitti.
Hicviyelerini daha çok gazel, kaside, muhammes ve özellikle kıtalar biçiminde yazdı.
ESERLERİ:
Deccal (2 cilt, 1904-1907
İstimdad (1905)
Şah ve Padişah (1906)
Hasbihal yahut Eşref ve Kemal (1908)
İran’da Yangın Var (1908)
Şair Eşref Külliyatı (Ölümünden sonra, 1928)
Ezcümle:
“Ne var ki, kan ve ihanet günleri sona ermemişti. Şimdi çok daha korkunç bir karar daha alınmalıydı.”
(Büyük İskender III, Makedonya’dan Anadolu’ya, Valerio Massimo Manfredi, Can Yayınları, Sf 238)
Nokta.

1 Ocak 2015

Hayrullah Mahmud

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder