2 Ocak 2015 Cuma

(Ak / F) Mafya Savaş'ları?!

(Ak / F) Mafya Savaş'ları?!

(ya da İsrail / İran makas'ı kapsamında; Dolmabahçe'deki el bombalı saldırı nedir ne değildir ve/veya 19 Şubat 2007 güncesinden Şubat 2015 güncesi'ne?!)

“Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”
Al-i İmran Suresi, 54. Ayet
“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar iyi anlaşırlar.”
Mevlana
“Yürek yanmadıkça göz yaşarmaz!”
Mevlana
...
DURUM
1 Mart Tezkeresi öç güncesi!?
(2015 Yaz güncesi: "Erdoğan, Saddam gibi indirilecek", geri sayım devam ediyor!?)
İsrail / İran makas'ı kapsamında; Dolmabahçe'deki saldırı "mesaj"ı kim'e ve/veya nedir, ne değildir?!
Elcevap:
İsrail siyasetinin Amiral gemisi de diyebileceğimiz LİKUD partisi Yılın son günü 31.12.2014'te seçim öncesi Parti içi Milletvekilleri aday adaylarını ve Parti liderini seçti ve yaklaşık 120 bin kadar parti üyesinin yarısından fazlasının oylarının yüzde 77'sini alan hali Hazırdaki Başbakan olan Binyamin Netanyahu yeniden Parti Lideri seçildi.
"İran IŞİD'den daha büyük tehdit"
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, İran'ın IŞİD'den daha büyük tehdit olduğunu belirtti, "IŞİD'İ yenip İran'ı nükleer silahla bırakmak, çatışmayı kazanıp savaşı kaybetmektir" dedi. 
Yani?!
Neo Roma'da "toksik varlıklar" üzerinden güvenlik bazlı neo mısır patlaması.
Ak mafya / F mafya'ya karşı ve/veya şaka diye başlayan şikeli süreç sertleşerek devam ediyor.
Yani?!
Her şey, her gelişme birbiri ile alakalı!
Beykoz Konakları'nda sert ayrışma.
Hayri İnönü: İhsan Özkes istifamı yırttı ve yaktı
Emin Çölaşan: Titre ve kendine dön Abdullah Bey, biraz ayıp oluyor.
Dinlemeler arası diyalog
Listede IMEI numarasından şu ana kadar adı tespit edilen gazetecilerin isimleri ise şunlar: Abdülkadir Selvi (TİT), Ahmet Hakan Coşkun (Hizbullah), Aslı Aydıntaşbaş (İBDA-C), Cüneyt Özdemir (Hizbullah), Mete Çubukçu (TİT), Güler Kömürcü (İBDA-C), Uğur Dündar (Hizbullah), Akif Beki (Organize) Mehmet Ali Birand (Hizbullah), Muharrem Sarıkaya (İBDA-C), Cüneyt Ülsever (Hizbullah), Nuri Elibol (Organize), Oray Eğin (Hizbullah), Sedat Ergin (Terör), Şükrü Küçükşahin (Hizbullah), Tahir Sarıkaya (Organize) ve Necmettin Erbakan İpek Tuzcuoğlu Şevket Kazan Cavit Çağlar Vuslat Doğan Mustafa Destici Aslı Aydıntaşbaş Fatih Çekirge (İBDA-C).
Hak ve Hakikat Partisi Genel Başkanı Dursun Güneş, bakanların karıştığı yolsuzluk iddiasını İran'ın uyguladığını iddia ederek "İran ajanlarını içeri sokmuş, bu paraya hasta olan, maddeye dayanamayan adamlara para vermiş. Kamera yapmış onlara bir de hanımlar yapmış. Daha o kameralar o filmler meydana çıkmadı. Bu seçim üzeri çıkabilir. Bomba patlayabilir" dedi.
MGK'da alınan tavsiye kararı tekrar Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'ne gönderildi. Paralel Devlet Yapılanması bir tehdit unsuru olarak resmen Kırmızı Kitap'ta yerini aldı.
Güngören'deki bir alışveriş merkezinde "yan bakma" nedeniyle çıktığı belirtilen kavgada, 40 yaşındaki bir kişi, 8 yerinden bıçaklanarak öldürüldü. İstanbul'da 31 Aralık'ta da Sancaktepe'deki bir AVM'de düzenlenen silahlı saldırıda iki kişi kurşunlanarak öldürülmüştü.
Türkiye mutsuz, u'mutsuz.
AKP yandaşlığıyla bilinen Salih Memecan imzalı çizimde; gündeme dair göndermeler var (ve/veya Sabah'tan kovulursa Zaman kucak açar mı?!)
"Hrant Dink'in işini bitirdik Tuncay Özkan'ın da bitirelim" (ve/veya "Kahraman Tuncay"!)
Eski İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek'in bir dönem yardımcı istihbarat elemanı olarak görev yaptığını bildiren Orhan Aykut, Gazeteci Hrant Dink cinayeti ve Gazeteci Tuncay Özkan'a suikast girişimine ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.
Telefonlarının dinlendiğini de öne süren müjde Ar, şunları söyledi: "Bir keresinde telefonum çaldı. “Merkez dinlemede, merkez dinlemede” diye bir ses... Ana-avrat küfrettim." (ve/veya "Merkez dinlemede" kötü şaka. Dinleme tekonolojisi değişti, dijital ve sessizce iş görüyorlar!)
Hasılı:
Neo Saddam Erdoğan, Çankaya'da taraf olduğuna göre kaos daha da derin'leşir.
Türkiye hızla Irak'laşır.
Ezcümle:
Küresel aks'ta radikal laik kalkışma.
Ay Işığı Cemiyeti.
Meteo: 28 Şubat.
LARP.
Nokta.
....
ZAMAN TÜNELİ
RTE, hangi gazeteciden korku'yor ve/veya Hangi Recep?!
Bir yanda tarihe “faşist diktatör” olarak geçmiş bir Başbakan var.
Adı da; Recep Peker!
Diğer yanda ise “bir kısım medya”nın “tamamen duygusal” gerekçelerle “liberal, çağdaş, Batıcı Başbakan” ilan ettiği, bir başka Recep Bey var.
Onun adı da, Recep Tayyip Erdoğan!
Haftalık’ın bu pazarki sayısında, Emel Lakşe imzası ile “Başbakan Recep Bey’in korktuğu gazeteci” başlığı altında, yakın tarihten şu anektoda yer verilmiş.
Aynen yansıtıyorum:
“Emniyet Genel Müdürlüğü son günlerde yaşanan bilgi kirliliğinden şikayetçi. Bu kirliliğin açık adresi olarak da medyayı göste­riyor. Hiç şaşırtıcı değil. Zaten Türkiye'de aklına esenin, kafası kızanın medyaya çat­ması olağan işlerden sayılıyor. Herkes için tek suçlu var; basın... Neden? Doğrusunu isterseniz artık bu soruyu sorabilmek bile ce­saret ister oldu. Görünen o ki yıllar önce Başbakan Erdoğan'ın hem adaşı hem mevkidaşı olan eski bir siyasetçinin verdiği ce­vapla yetinmek zorundayız. 1946 seçimleri sonrası... Demokrat Parti 65 milletvekiliyle parlamentoya girmeyi başarmış, çok partili sistemin doğal bir gereği olarak genel kurul toplantıları olaylı oturumlara sahne olmaya başlamışta. Bu celselerden birinde Başba­kan Recep Peker'in Menderes için ‘Psiko­pat varlık’ ifadesini kullanması yalnız Meclis'te değil basında da epey gürültü kopar­mıştı. Bedii Faik'in Tasvir'deki yazısında bu yüzden başbakana iğneli bir üslupla çatması Sıkıyönetim’in sadece gazeteyi değil matbaayı da kapatmasıyla sonuçlanmıştır. Bedii Faik, Başbakan Peker'den randevu alarak hiç değilse matbaanın açılması için ricada bulunmak ister. Makam odasında karşı karşıya geldiklerinde sert karakteriyle tanınan başbakan sorar: ‘Bana ne anlatacak­sın?’ Bedii Faik heyecanla olaydan kendisi­ni sorumlu hissettiğini, bir ceza verilecekse sadece kendisine verilmesi gerektiğini anla­tır. Konuşmaya o kadar kaptırmıştır ki, baş­bakandan gelen soruya hazırlıksız yakala­nır: ‘Sen benden korkuyor musun?’ Bedii Bey'in ağzından biraz da endişeli bir ‘Ha­yır’ dökülür. Peker'se tarihe geçecek cüm­lesini söylerken onun kadar tereddüt içinde değildir: ‘Fakat biz senden korkuyor olma­lıyız ki gazeteni kapatmışız’ Bununla da kalmaz ve ekler: ‘İşi bu tarafından al ve ra­hat et. Sen cesaret sahibi bir genç yazarsın. Bunu hiç kaybetme." Ertesi gün öğleden sonra Tasvir gazetesi açılmıştır. Sert karakteriyle tanınan Başbakan Recep Peker söyledikleriyle genç gazeteci Bedii Faik'i çok şaşırtmıştı.”
Nitekim…
Dünkü Milliyet gazetesinde, zaman tünelindeki bu kısa yolculuğun ardından, “2000’li yılların Başbakan Recep Beyi” hakkında, fikir sahibi olmamıza katkıda bulunacak, şu satırlar yer alıyordu:
“Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, ‘Kurtlar Vadisi – Terör’ dizisinin Radyo Televizyon Üst Kurulu'na (RTÜK) giden olumsuz eleştiriler sonrasında yayından kaldırılmasıyla ilgili olarak, ‘Abdülhamid dönemi geri geldi’ dedi. Diziyi hiç izlemediğini belirten Şener, ‘Türkiye'de basın özgürlüğü bulunduğunu, sansürün basın özgürlüğüyle bağdaşmayan bir kavram olduğunu’ belirterek, şunları söyledi: ‘Zaman zaman televizyonlara, sinemalara bakıyorum. Rambo, Terminatör tipi çok daha ağır şiddet içeren yayınlar, çok serbestçe bir kez değil, hatta onlarca kez tekrar tekrar çeşitli kanallarda gösterilebiliyor. O zaman şu tartışılır, ‘Tüm filmleri, dizileri, eşit ve eşzamanlı aynı ilkeye tabi tutacak bir sisteme ihtiyaç var mı?’ Şener, İstanbul'da bir grup gazeteciye yaptığı açıklamada ise şu ifadeleri kullandı: ‘Yazılı basında böyle bir uygulama olsa bunun adı sansür olur. Abdülhamid dönemi geri geldi. Kuralsız yapılan işleri hiçbir zaman doğru bulmadım. Ben kuralsızlığa karşıyım. Kurallar olmalı ve herkese eşit olmalıdır. Şiddet nedeniyle bir diziyi kaldırırken şiddet içeren Rambo gibi dizi ve diğer filmler oynatılırsa çelişki olmaz mı? Kurallar herkese eşit olmalıdır.”
Ki…
“Matbuat”, “basın” derken günümüz “Türk Medyası”nda, bu kısa zaman aralığında, Başbakan Yardımcısı Şener’in sözlerini teyid eden bir başka gelişme daha yaşandı
ANKA’nın geçtiği ve bugünkü Zaman’da yayınlanan haberden aynen aktarıyorum:
“Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi Başkanlığı'nca 8 Ocak 2007'de bankalara gönderilen yazıda, yapılmakta olan vergi incelemesi nedeniyle listede yer verilen kurum ve kuruluşlarla ilgili 1 Ocak 2004 ile 31 Aralık 2006 dönemine ait bilgi ve belgelere ihtiyaç duyulduğu ifade edildi. Gelirler Kontrolörü Metin Ölçek'in imzasını taşıyan yazıda, kimlik bilgilerine yer verilen kurum ve şahısların bankalar nezdindeki 'TL, YTL, döviz, çek, yatırım, kredi gibi hesaplarının olup olmadığı, varsa bu hesaplara yatan ve çekilen paralara ilişkin olarak, tutar, tarih, cins ve şahıs bilgileri ile hesap özetleri'nin excel ya da CD, disket ortamında gönderilmesi istendi. Bankalardan bankaya gelen ve giden havale, swift, eft ve benzeri para transferlerinin tarihi, cinsi, tutarı, kimden ve nereden geldiği, kime gönderildiğinin (detaylı olarak) ulaştırılması talep edildi. Ayrıca, işlem görmüş ve bunlar adına, bunlar tarafından ciro edilen çeklerin onaylı birer fotokopisinin gönderilmesi istendi. Yazının sonuç bölümünde de, ‘Söz konusu bilgileri içeren yazınızın ve eklerinin her bir kurum ve şahıs için ayrı ayrı olacak şekilde imzalı ve mühürlü bir örneğinin 15 gün içerisinde çalışma adresimize gönderilmesi gerekmektedir. İstenilen sürede ve eksik gönderilmesi durumunda Vergi Usul Kanunu'nun ilgili maddeleri uyarınca işlem yapılacaktır’ denildi. Maliye'nin tutumunu 'örtülü servet araştırması' olarak yorumlayan gazeteci Tuncay Özkan, konuya ilişkin olarak dava açacaklarını söyledi. Gazeteci Emin Çölaşan ve Mustafa Balbay, ART'de yaptıkları programda, konuyla ilgili değerlendirmede bulundu. Tuncay Özkan, 4 Şubat'ta Bahçeşehir Üniversitesi'nin düzenlediği bir programda ‘Kanaltürk televizyonunun kurulması sırasında kullanılan 17 milyon doları nereden buldunuz?’ şeklindeki soruya, ‘Bir kısmını sünnet düğününden, bir kısmını ninemin yastık altındaki parasından kullandım.’ açıklamasını yapmıştı.”
Kanal Türk’te çalışan meslektaşlarımın ne gibi endişeler yaşadıklarını, duygularını tahmin edebiliyorum. Çünkü; benzer bir süreci, şimdi Berat Albayrak’ın CEO’luğunu yaptığı star’da, bundan üç yıl önce biz de yaşamıştık.
Hülasa, eskilerin deyişiyle, damdan düşenin halinden, en iyi damdan düşenin anlaması gerekir değil mi?!
Ama nerde?!
İşte; bu anlamda “2000’li yılların Başbakan Recep Beyi”, 27 Kasım 2004’te Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Yönetim Kurulu Üyeleri onuruna verilen bir yemekte, “Türkiye artık gazetecilerin hapse atıldığı, etkin kalemlerin susturulduğu, sivil toplum örgütlerinin gözaltı çileleri yaşadığı susan bir ülke olmaktan çıkmıştır. Türkçe’de bir söz vardır; ‘Damdan düşenin halini, ancak damdan düşen anlar!’ Yıllar önce okuduğu bir şiir yüzünden hapse atılmış bir Başbakan olarak, düşünce ve ifade hürriyetine verdiğim önem her şeyin önündedir. Çünkü zamanında biz de damdan düştük ve damdan düşenin halini çok iyi biliyoruz. Ülkemizdeki özgürlük alanlarını, istismara yer vermeyecek tedbirlerle genişletmekte kararlıyız” diye vaatte bulunmasına rağmen, icraatları ortada.
Ezcümle, görünen köy/sansür kılavuz istemiyor.
Ve…
Son olarak…
Bu anlamda bir soru:
“Sizce ‘İki Recep’ Başbakan’dan hangisi daha hoşgörülü ve de demokrat?!”
Ezcümle; 2000’li yılların Türkiyesi’nde “ifade özgürlüğü” Abdülhamid dönemine kadar gerilemiş ya da bir dönemin despot Başbakanı Recep Peker’i dahi aratacak bir hale dönüşmüş ise o ülkede “demokrasi”nin varlığından söz edilebilir mi?!
Sevgiler
Hayrullah Mahmud
19 Şubat 2007
...
Bugün Aslında Dündü?!
“AK”lanmamakta inat eden BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın, “Provokatif Dink suikasti”ndeki parmak izlerini örtmek için öne sürdüğü “Derin devlet” argümanları bağlamında birkaç satır daha…
“Eş Başbakan” Erdoğan, bugünkü AKP Grup Haftalık Toplantısı’nda şöyle diyor:
“Derin devlet kendi kutsalları adına hukukun dışına çıkan çetelerdir. Bizi eleştirenlere soruyorum siz ne yaptınız? Döneminiz faili meçhullerle dolu. Hangisini aydınlattınız. Biz çomağı soktuk. O yüzden rahatsız olanlar var. Seslerini yükseltiyorlar. İçinde nefret ve öfke olan davranışlara karşı uyanık olmalıyız. Milleti sevmek millete hizmetle olur. Ayrımcılık yapan negatif milliyetçiliktir. Aramıza nifak tohumu ekmek isteyenler var. Milletin soluduğu havayı zehirlemek isteyenler var. Belki her şey olabilirler ama asla vatansever olamazlar. Kirli oyunlar kutsal değerler üzerinden oynanıyor. Hamaset slogan üretir. Herkesin hukukuna riayet etmek zorundayız. Atılan adımlar demokrasi ve insan hakları üzerine olacak!”
“AKP Eş Genel Başkanı” Erdoğan’ın söylediği bu sözler bana, bundan birkaç yıl önce izlediğim bir filmi hatırlattı.
Filmin adı; “Bugün Aslında Dündü”.
Filmin kısaca öyküsünü anlatacak olursak…
Kahramanımız bir televizyon kanalının hava durumu sunucusu Phil Connors’dır.
Ve onun için, yarın başka bir gün değildir.
Aynen “AKP Türkiyesi’nde olduğu gibi!..
Onun için yarın, hep aynı gündür:
2 Şubat!
2 Şubat , kış mevsiminin daha uzun sürüp sürmeyeceğini, baharın gelip gelmeyeceğini öğrenmek için, yılın 8 ayını kış uykusunda geçiren dağ sıçanlarının “görüşü”ne başvurulan, geleneksel bir gündür.
“Groundhog Day” denilen bu gün, Punxsutawney adlı küçük bir kasabada düzenlenen şenliklerle geçmektedir her yıl. Huysuzluğu ve ukalalığıyla tam bir kaprisli yıldız olan Phil Connors da, dört yıldır, dağ sıçanlarının “görüşü”nü yansıtmak için bu şenliklere katılıp, seyircilerini bilgilendirmektedir. Ama bu kez, garip bir durum vardır. Phil adlı dağ sıçanı, 6 hafta daha kış olacağını söyler. Phil ise bir gün önceki haber bülteninde, Körfez’den gelen sıcak hava dalgasının soğukları kıracağını, kar ya da tipi beklenmediğini duyurmuştur. Dağ sıçanı Phil haklı çıkar, hava sunucu Phil kar fırtınası yüzünden kasabadan ayrılamaz.
“Ertesi sabah” aynı saatte, 6’da, radyodan yükselen “I Got You Babe” şarkısı ve sunucuların tıpatıp aynı soğuk esprileriyle uyanır. Çok geçmeden, bunun “ertesi” değil, aynı sabah olduğunu anlar. Tarih, yine 2 Şubat’tır. Olaylar, insanlar, rastlantılar bile aynıdır.
Belki de 100’den fazla kez tekrarlanacak olan 2 Şubat günü yeniden başlamıştır.
Phil, bu garip “zaman kilitlenmesi”nin farkına varınca, sonsuz olanakları değerlendirmeye karar verir. Fütursuzca davranması mümkündür.
Çünkü, “ertesi sabah”, hiçbir şey olmamış gibi aynı günü baştan yaşayabilecektir. İnsanları aşağılar, olabildiğince kötü davranır. Yatağa atmak istediği kadınlar hakkında bilgi edinip, “ertesi gün” zayıf noktalarından yakalayarak tavlar. Bir banka aracının geliş saatini ve o sırada neler olduğunu saptayıp, tereyağından kıl çeker gibi basit bir soygun yapar.
Ama giderek sıkılmaktan kurtulamaz.
Bilumum yöntemlerle intihar eder, “ertesi sabah” hep sapasağlam kalkar.
Ölümsüz de olmuştur.
Her türlü tecrübeyi yaşamak mümkündür onun için…
Bir tek, aynı televizyon kanalında çalıştığı güzel yapımcı Rita’nın kalbini çalmakta zorlanır.
Ve 2 Şubat’lar ilerledikçe, Phil, insanları kırmanın kolay, iyilik yapmanın ise zor olduğunu kavrar, nerdeyse tüm kasaba halkının o gün yaşadığı sorunlara çözüm bulmaya, en azından bir günlük kurtarıcı olmaya sıvanır...
Ne var ki, başrollerini BOP Eş Başkanı Erdoğan ve tayfasının paylaştığı “Bugün Aslında Dündü - 2007” filmi için benzer şeyler söylemek mümkün değil!
Çünkü; AKP Türkiyesi’nde uyandığımız her sabah, bize bir önceki günü aratıyor.
Ezcümle, kabus bir türlü sona ermek bilmiyor.
Hatta, tekrar tekrar yaşananlara bakıp, “Damad Ferit Hükümeti ile AKP Hükümeti arasında ne fark var” diye sormaktan insan kendini alamıyor.
İşte “AKP Ankarası”nda, BOP Eş Başkanı Erdoğan’ın Türkiyesi’nde “Bugün Aslında Dündü” dedirten, zaman tünelinden birkaç enstantane…
Aynen yansıtıyorum:
(…)
BİR ÜLKE NASIL BATIRILIR: Araştırmacı-yazar Ersal Yavi'nin 'Bir Ülke Nasıl Batırılır' kitabını son günlerde bir kez daha okudum. Moraliniz bozulmasına ama 'Osmanlı'nın son dönemi içinden geçtiğimiz sürece çok benziyor. Olaylar sorgulanmıyor, kavramlar peşin olarak kamuoyuna dayatılıyor, dışarıdan gelen her şey 'iyiyken' içeride 'özgüven' her gün kırılıyor... Değerli dostlar, bu kitaptan çıkardığım notları, geleceğimizi kurabilmek için geçmişimizi doğru bilmemiz gerektiğini düşünerek sizlere aktarmak ve özellikle Osmanlı'nın nasıl borçlandırıldığıyla ilgili bölümleri dikkatli okumanızı rica etmek istiyorum... İşte kitaptan alıntılar; '...Mali problemleri dış borçlanmalar yoluyla çözümlemek, 1854 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun geleneksel ve başlıca mali politikası haline gelmişti... Dış borç taksitlerini ödemek ve diğer giderleri karşılamak için, yeni gelir kaynakları bulmak veya mevcut vergi sisteminde gelir artırıcı değişiklikler yapmak yerine, daha kolay olan dış borçlanma yolu seçiliyordu... Her yeni dış borçlanmaya bir gelir kaynağı karşılık gösterildiğinden, iç gelir kaynakları üzerinde yabancı etkisi artmış, yabancı kökenli kuruluşlar kurularak 'Düyun-u Umumiye' (Genel Borçlar) ve 'Tütün Reji İdaresi' gibi, en verimli devlet gelirlerinin yönetimi yabancılara terk edilmişti... 1854 ile 1874 arasında 15 borçlanma operasyonu yapıldı. Bunlar sırasıyla şöyleydi: 1 - Yüzde 6 faizli 1854 Borçlanması: İngiltere ve Fransa'nın desteği ile 24.8.1854 günü Londra'da 'Palmer Ortakları' ve Paris'te 'Goldschmid ve Ortakları' ile ilk dış istikraz mukavelesi yapıldı. 'Mısır Vergisi' diye anılan yıllık 60 bin kise altın (300 bin Osmanlı lirası) devlet geliri, borcun ödenmesi bitinceye kadar 33 yıl, iki yabancı ortaklığa devredilmiş oluyordu. 2 - Yüzde 4 faizli 1855 Borçlanması! 3 - Yüzde 6 faizli 1858 Borçlanması: İngiltere'de bulunan 'Dent' ve 'Palmer' adlı müesseselerle yüzde 6 faizli ve 33 yıl vadeli 5 milyon İngiliz lirası tutarında dış borç mukavelesi, imzalandı. Borçlanmaya teminat olarak, İstanbul'un gümrük ve oktuvra gelirleri gösterildi. 4 - Yüzde 6 faizli Mires Borçlanması: Avrupa piyasasında kötü tanınan Mires adındaki bir bankerle istikraz mukavelesi imzalandı. 400 milyon frank tutarındaki borçlanma yüzde 6 faizli ve 36 yıl vadeliydi. 5 - Yüzde 6 faizli 1862 Borçlanması! 6 - Yüzde 6 faizli 1863 Borçlanması 7 - Yüzde 6 faizli 1865 Borçlanması: 'Bank-ı Osman-i Şahane' (Osmanlı Bankası) Fransız 'CrÈdit Mobilier' ve 'Societe Generale' ile 150 milyon franklık bir istikraz mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli ve 21 sene vadeli bu borçlanmaya Ergani-Maden bakır madeni hasılatı ile Anadolu ağnam resmi karşılık olarak gösterildi. 8 - 1865 Birinci Tertip Umumi Borçları! 9 - Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması! 10 - Yüzde 6 faizli 1869 Borçlanması! 11 - Yüzde 6 faizli 1871 Borçlanması: 'Credit Generale Ottoman', 'Louis Cohen Sons' ve 'Dent Palmer' grubu ile yapılan anlaşma sonucu, yüzde 6 faizle 5 milyon 700 bin sterlin tutarında borçlanma yapıldı. 12 - Yüzde 9 faizli 1872 Hazine Tahvilleri! 13 - 1873 Umumi Borçları (II. Tertip) 14 - Yüzde 6 faizli 1873 Borçlanması: 'Credit Mobilier' müesseseleri ile 694 milyon 444 bin 500 franklık bir borç mukavelesi imzalandı. Yüzde 6 faizli bu borca , Tuna vilayeti aşarından 1 milyon 200 bin, Anadolu ağnam resminden 750 bin lira, İstanbul Tütün Rejisi gelir fazlasından 300 bin lira, Ankara vilayeti aşarından 150 bin lira ve genel devlet gelirleri karşılık gösterilmişti. 15 - 1874 Umumi Borçları (III. Tertip)...' Sonuç: Kitapta detaylı şekilde anlatılan dönemin borçlanmalarından çıkardığım özeti sizlere aktardım. Sizden ricam borçlanılan kurumlara ve karşılığında verilenlere dikkat etmeniz. Yarın kaldığım yerden devam edeceğim... (Radikal / Yiğit Bulut / 14 Temmuz 2006)
(…)
EKONOMİ / “BALTA LİMANI ANLAŞMASI” (1838): Dünya sahnesinde 200 yıldan beri oynanan bir oyunun yeni perdesi seyrediliyor. Türkiye’nin Avrupalılaşma amacıyla yeniden düzenlenmesi… Türkiye’nin Batı’nın oyuncağı haline gelme süreci Osmanlı’nın 1838 yılında İngilizlerle yaptığı ilk ticaret anlaşması olan Balta Limanı Anlaşması ile başladı. Anlaşma, İngiliz tüccarlarına Osmanlı ülkesinde imtiyazlar tanıyordu. Osmanlı Devleti’nin yabancı sermaye ile ilk teması, bu anlaşma ile gerçekleşti. Bu anlaşma Osmanlı Ekonomik Düzeni’nin değişim sürecinin başlangıcı olarak da görülür. İngiliz dostu Sadrazam Mustafa Reşit Paşa tarafından padişaha imzalatılan Balta Limanı Anlaşması sırasında Osmanlı’nın dış borcu “sıfır” idi. 1789 Fransız İhtilali sonrasında yaşanan Napolyon Savaşları, Avrupa’daki siyasi, sosyal ve iktisadi hayatı derinden etkilemiştir. Napolyon Mısır’ı işgal edince Hint yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere, derin bir kaygıya düşerek tüm ilgisini Osmanlı Devleti’ne yöneltmiştir. Diğer Batılı devletler de Osmanlı’yı yanlarına çekebilmek için mali baskı ve politik dayatma yapmışlardır. Bütün bu baskılar, Osmanlı Devleti’nin gümrük duvarlarında gedikler veya kapılar açmak içindi. Bu anlaşma, 1841 yılında başta Rusya olmak üzere Osmanlı ile ticaret yapan diğer tüm ülkelerle de (Rusya, Fransa, İsveç, Norveç, İspanya, Belçika, Almanya, Prusya, Danimarka) imzalanmıştır. Anlaşmanın maddeleri: 1-Geçerlilik süresi sınırsız olan bu anlaşma tüm Avrupa devletleri için de geçerlidir. 2-Kapitülasyonlar devam edecektir. 3-İngiliz tüccarlara tanınan haklar, onların yanında çalışan çıraklara bile tanınacaktır. 4-Bu kişiler devletin her yerinde her çeşit malı serbestçe alıp satacaktır. 5-Osmanlıya tanınan tekel haklar iptal edilecektir. (Tekel’in, Telekom’un vs. özelleştirmek istenmesi) 6-Yabancılar mal alım ve nakli için vergi ödemeyeceklerdir. 7-İngilizler, dünyanın neresinde olursa olsun istedikleri malları ülkeye rahatça vergisiz sokabileceklerdir. Anlaşmanın sonuçları:  Bu anlaşmayla sanayi, ticaret ve maliyede karar mekanizması Avrupalı devletlere bırakıldı. Bağımsız dış ticaret politikası ortadan kaldırıldı. İthalatta kapılar ağzına kadar açıldı. Her malın ithali serbest hale getirildi. İngiltere sahip  olduğu ayrıcalıklarla kendi mallarını satarken, Osmanlı’dan yaptığı ithalat sönük kaldı. İngiltere’nin Osmanlı ile dış ticareti… 1838 yılında İhracat: 1,81 milyon sterlin… İthalat: 3,85 milyon sterlin… 1853 yılında İhracat: 2.58 milyon sterlin… İthalat: 8,95 milyon sterlin (Türkiye 1 Ocak 1996’da Gümrük Birliği’ne girdi. 1996’da dış ticaret açığımız 11.6 milyar dolardı. 2000 sonunda 53,9 milyar dolara çıktı) Osmanlı pazarları Avrupa’nın açık pazarı haline getirildi. (Bugünkü Gümrük Birliği gibi) Yabancı rekabete hazır olmayan yerli üretim tümüyle yok oldu. Örneğin pamuk Amerikan pamuğuna, yün Avusturya ve Arjantin yününe yenildi. (Bugün de Kanada’dan kırmızı mercimek, Meksika’dan nohut, ABD’den kuru fasuyle alıyoruz) (Şeker Yasası, Tekel Yasası, Tütün Yasası…) Avrupa kendi mallarını yüksek gümrükler uygulayarak korurken, Osmanlı Devleti’nin gümrük resmi, yapılan anlaşmalarla % 3’lere indirildi. Örneğin yerli tüccar % 12 vergi öderken, yabancı tüccar % 3 vergi ödüyordu. Böylece Osmanlı’nın maliyesi büyük bir gelirden mahrum kaldı. Ekonomisi ve ticareti Batı karşısında çöktü, zaten güçsüz olan Osmanlı ticaret adamları da battı. Batılı ülkeler, Osmanlı Devleti’nde işlerine yarayan bütün üretim kaynaklarına da el attılar. Bu anlaşmayla Osmanlı borç tuzağına düşürüldü. Artık bütün işler Batı’ya bağlı olarak yapılıyordu. Hatta bürokratlar yükselmek için yabancı devlet adamları ile görüşmeler yapmaya başlamıştı. (Günümüzde de iktidara gelmek isteyen parti liderleri sürekli Amerika’ya gidip gelmekte, icazet almaktadır. Türkiye’de yönetime gelen pek çok iktidar üyesinin, siyasetçi ve bürokratın Bilderberg tedrisatından geçtiği de bir gerçektir.) Bu anlaşma imzalandığı zaman İngiltere o denli memnun olmuştur ki, İstanbul’daki dönemin İngiliz Elçisi Ponsonby, İngiliz Dışişleri Bakanı Palmesteron’a, “Umduğumuz ve hakkımızın üstünde bir netice elde ettik” derken, Palmesteron da, “25 yıllık hayalim gerçekleşti” diye karşılık vermiştir.
(…)
SİYASİ / TANZİMAT FERMANI (1839): Tanzimat, “sıralama, dizme, ıslah, düzen, yeni düzen” anlamına gelir. Şimdiki “Avrupa Birliği’ne uyum yasaları”, Tanzimat dönemini ve sonrasında olanları hatırlatır. Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hümayunu) Balta Limanı Anlaşması’ndan bir yıl sonra 3 Kasım 1839’da ilan edildi. Balta Limanı Anlaşması’yla ekonomisi Batıya bağlanan Osmanlı, Tanzimat Fermanı’yla siyaseten de Batı’nın yörüngesine giriyordu. Ferman İngiliz elçisi Stratford Canning’in eseriydi. Ferman ilan edildiğinde dönemin emperyalist güçleri Osmanlı’yı ayakta alkışlıyorlardı. Ülke, sonu bölünmeyle noktalanacak sürece ilk adımını atmıştı. Tanzimat Fermanı’nın en önemli maddesi özgürlükçülük adı altında azınlıklara tanınan haklardı. Avrupa azınlık haklarını bahane ederek iç işlerimize karıştı. (Bugün de Kürtler azınlık olarak gösterilmek istenmektedir.) Tanzimat Fermanı’nın sonuçları: Emperyalist güçlerin Osmanlı üzerindeki parçalama ve paylaşma düşüncelerinin kilit noktaları azınlıklardır. Rum ve Ermenilere tanınan geniş ayrıcalıklar Osmanlı’nın sonunu kaçınılmaz hale getirmişti. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra Osmanlı’ya olan Hıristiyan göçü arttı. Rumlar başta olmak üzere tüm yabancılar kendilerine sağlanan mülkiyet hakkı güvenliği, ekonomik, sosyal ayrıcalıklar ve siyasi hesaplara bağlı olarak ülkemizden yoğun bir şekilde toprak aldılar. (Bugün de yabancıların Türkiye’de toprak ve ev alabilmelerini sağlayan düzenlemelerin yapılması konuşuluyor.) Azınlıkların yarattıkları problemler, dış ülkelerin de desteklemesi ile, iç işlerimize müdahaleleri doğurdu. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi tebaası üzerindeki hakimiyet ve nüfuzu sarsıldı. Devletin dağılmasına zemin ve imkan hazırlanmış oldu. Tanzimat aydını (!) Tanzimat aydını kendi milletini unutup, diğer milletlere benzemeye çalışır, hiçbir zaman kendi halkına güvenmez. Sırtını her zaman emperyalist bir güce dayayan Tanzimatçılar onların isteklerini yerine getirmekle yükümlü misyonerlerdir. Tanzimat döneminin ana vasfı, Batı taklitçiliği olmuştur. Osmanlı aydınlarının çoğu Batı’ya hayranlık duymuş ve Avrupa’yı kendi toplumları ile kıyaslamış, oradaki kuruluşları ve hayat tarzını üstün bulmuşlardır. Tanzimat’ın kurucuları, Batı’nın askeri ve idari yapısını Osmanlı İmparatorluğu’na aktarırken Batı’nın günlük kültürü de Osmanlı toplumuna girmiştir. Giyim, ev eşyası, paranın kullanılışı, evlerin stili, insanlar arası ilişkiler “Avrupai” olmuştur. Tanzimat döneminin tüm siyasi kişilikleri çözümü bir emperyalist güce bağlanmakta bulurlar. Tanzimat döneminin siyasi kavgaları da farklı emperyalistlerin Türkiye’yi paylaşırken yaşadıkları çatışmanın yansımalarıdır. Tanzimat dönemi İngilizci Reşit’le Fransızcı Ali ve Fuat Paşaların ve daha sonra da bunlarla İngilizci Namık Kemal’in mücadelelerine sahne olur. (Bugün de Türkiye’de ABD yanlıları ile Avrupa yanlıları çatışmaktadır.)
(…)
İLK DIŞ BORÇLANMA (1854): Türk ordusu, Avrupa içlerinde durdurulup geriye dönüş başlayınca, toprağa dayanan gelir kaynakları kurumuş, 1838 Ticaret Anlaşması’yla da rekabet şansı ortadan kalkmış, geriye tek kaynak olarak, borçlanma kalmıştı. Bu durum, Batılı ülkeler için bulunmaz fırsattı. Batı, önce mal satarak, ardından borç vererek sonunda da doğrudan yatırımlarla büyük hedefine ulaşmak için altın tepsi içinde sunulan fırsatı büyük bir istekle uygulamaya koydu. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın Akdeniz Ticareti’ni ele geçirmesini önlemek için Osmanlı Devleti’ni hem kışkırtıyor hem de ağır bir borç kıskacına sokmak için baskı yapıyorlardı. İLK BORÇLANMA (1854)-Nihayet beklenen oldu. Osmanlı Ruslar’la Kırım Harbi’ne (1853-1856) tutuştu. Kırım Harbi’nin finansmanını karşılayabilmek için Abdülmecit, ilk dış borç anlaşmasını 24 Ağustos 1854’te Londra’da Palmer ve Parisli ortağı Gold-Schmid ile yaptı. Bu sözleşmeyle Osmanlı 3.000.000 sterlin (3.300.000 Osmanlı Lirası) borçlanmıştı. Bu paradan ele ancak 2.5l4.9l3 lira geçmiş, faizi % 6 olarak belirlenmiş, karşılık olarak da Mısır vergisi teminat gösterilmiştir. İKİNCİ BORÇLANMA (1855)- Ardından 27 Haziran 1855’te ikinci bir anlaşma ile borç alınmıştır. Nedeni ise 1854’de alınan borçların, Kırım Harbi masraflarını karşılamaya yetmemesidir. Bu anlaşmaya da İngiltere’deki Yahudi kuruluşu olan Rothschild aracılık etmiştir. Bu anlaşmayla da Mısır vergisi, Suriye ve İzmir gümrük gelirleri teminat olarak gösterilmiş, karşılığında 5.500.000 lira borç alınmıştır.
DİĞER BORÇLANMALAR- 1858, 1860, 1862, 1863, 1865, 1869, 1871, 1873 ve 1874 yıllarında da çeşitli miktarlarda dış borçlanmaya gidilmiştir. Avrupa bankerleri ve bezirganları, bu acemi borçluyu para almaya adeta zorlamışlardır. Devrin paşalarına rüşvetler vererek onları bile kullanmışlardır.
(…)
ISLAHAT FERMANI (1856): Tanzimat Fermanı’yla başlayan Batılılaşma serüveninde Islahat Fermanı çok önemli bir mihent taşıdır. 18 Şubat 1856’da ilan edilen ferman, Türkiye’nin AB’ye katılım ve entegrasyon sürecinin de başlangıç noktasıdır. Müslümanlarla gayrimüslimleri eşit hale getiren bu fermana karşı yurdun dört bir yanında ayaklanmalar başgöstermiştir. Batılı devletlerin yoğun baskıları sonucu ve tamamen Osmanlı toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin haklarını garanti altına almak için çıkarılmıştır. Tanzimat Fermanı ile Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında Batı’nın istediği eşitlik sağlanamamıştı. Özellikle İngiltere ve Fransa, kendi menfaatleri açısından gayrimüslimlerin hemen her alanda Müslümanlar’la eşit olmasını istiyorlar ve Tanzimat Fermanı’ndan daha köklü ve kapsamlı bir reform projesini Osmanlı’ya kabul ettirmek için en uygun zamanı bekliyorlardı. Rusya ile Osmanlı’yı karşı karşıya getiren Kırım Savaşı, Batılılara aradıkları fırsatı verdi. Savaşta Osmanlı’nın yanında yer alan İngiltere ve Fransa, yaptıkları askeri ve siyasi yardımın karşılığını istemekte gecikmediler. Konu, Kırım Savaşı’nı sona erdirmek üzere hazırlanan Paris Antlaşması’nın maddeleri konuşulurken gündeme getirildi. İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir ferman ilan edilmesini, barış için şart koşmuşlardı. Paris Konferansı öncesinde müttefiklerden talepler gelmeye başladı: “Barıştan sonra yepyeni bir Avrupa kuracağız. Siz de bu düzende yer edinmek istiyorsanız, reformlara başlayın. Mesela işkenceyi yasaklayın, azınlıklara haklarını verin, tam bir din hürriyeti sağlayın, ekonominizi düzeltin, bütün bunları yapın, sonra gelin konuşalım” diyorlardı. (Kopenhag kriterleri) Osmanlı, bu baskılar karşısında daha fazla direnemedi. Sadrazam Ali Paşa da, “Onların bize Avrupalı olmamızın şartlarını resmen yazdırmalarını beklemeyelim. Böyle bir muamele devlet için utanılacak bir vaziyet yaratır. Dolayısıyla işi konferanstan önce kendimiz halledelim” dedi. 1856’nın başlarında İstanbul’da yabancı devlet temsilcileri ve Osmanlı devlet adamlarından oluşan bir komisyon kuruldu. Bu komisyonun görevi gayrimüslimlerle ilgili reformların çerçevesini çizmekti. Komisyona İngiltere’yi temsilen katılan Büyükelçi Canning, diplomatik kurnazlığı sayesinde hemen her önerisini kabul ettirdi. (Ulusal program da benzer şekilde hazırlandı) Islahat Fermanı’nın maddeleri: (Bunlara Paris Kriterleri de diyebiliriz) Müslümanlar ve azınlıklar kanun önünde eşit olacaktır. Azınlıkların okul, hastane ve kiliseleri düzenlenecektir. Hıristiyanlar İl Meclisi’ne üye olabilecektir. İşkence yapmak, fiziksel ceza vermek, eziyet etmek ve bunlara benzer uygulamalarda bulunmak yasaktır. Bunlara rağmen işkence yapanlar veya yaptıranlar ceza kanununa konacak yeni maddelere göre şiddetle cezalandırılacaklardır. Cezaevlerinde insanlıkla ve adaletle uyum sağlayacak şekilde ıslahata gidilecektir. Hıristiyan ve Yahudiler de orduya alınacak, hatta isteyenler subay bile olabilecektir. Müslümanlarla, Hıristiyanlar ve diğer gayrimüslimler askerlik görevlerini fiilen veya diledikleri takdirde bedelli olarak yapacaklardır. Müslüman halk ile azınlıklardan eşit vergi alınacaktır. Dini bir vergi olan ve sadece gayrimüslimlerden alınan cizye kaldırılacaktır. Memur aylıkları düzenli olarak ödenecektir. Azınlıklar ve yabancılar da gayrimenkul edinebilecektir. Azınlıklar ve yabancılar, banka ve şirket kurabilecektir. Bütün tebaaya din ve mezhep farkı gözetmeksizin can, mal ve namus dokunulmazlığı tanınmıştır. Mezhepler arasından küçük ve büyük ayırımı yapılmayacak, din hürriyetinden bütün mezhepler istifade edeceklerdir. Dini liderlere ve cemaat şeflerine belirli gelirler tahsis edilecektir. Rahiplere ve din adamlarına maaş bağlanacaktır. Gayrimüslim din adamları ve kurumlarının menkul ve gayrimenkulleri devlet güvencesine alınacaktır. Gayrimüslimlere ait mabetlerin tamir ve yeniden yapımlarına izin verilecektir. Gayrimüslimlerin ayin ve törenleri serbest bırakılacaktır. Gayrimüslimler devlet hizmeti ve memuriyetine girebilecektir. Cemaatlere okul açma hakkı verilecektir. Ticaret ve ceza davalarına bakacak olan karma mahkemelerle ilgili kanunlar biran önce çıkartılacak ve imparatorlukta kullanılmakta olan bütün dillere tercüme edilerek yayınlanacaktır. Bu istekler I. Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı konferansın toplanmasından bir hafta önce ilan edildi. Ferman işe yaradı (!) ve Batı dünyası, 25 Şubat’ta başlayıp 30 Mart’taki imza merasimiyle sona eren Paris Konferansı’nda Türkiye’nin “Avrupalı” olduğunu ilan etti. (1856 yılında yaşananlarla 1999 Aralık ayında yaşadığımız Helsinki kararları arasındaki benzerlik gerçekten tarihin tekrarı niteliğinde. 10 Aralık Helsinki bildirisiyle Türkiye AB’ye değil ama AB Türkiye’ye girmiştir) O devrin AB’si sayılan “Avrupa Devletler Konseyi”ne de alındık ve resmen Avrupalı olduk. Islahat Fermanı’nın sonuçları: Ferman, Müslümanlar ile gayrimüslimleri siyasi haklar da dahil olmak üzere bütün alanlarda eşit hale getirmiştir. Paris Anlaşması’na imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Ali Paşa, İngiltere Büyükelçisi Stratford’un değiştirilmesi için İngiliz Hükümeti’ne yolladığı mektupta, elçinin devlet işlerine müdahalesinden, yalnız bakanların değil küçük memurların azil ve tayinlerine bile karışmasından ve tavsiyelerde bulunmasından şikâyet etmekteydi. Ali Paşa, diğer elçilerin de aynı şekilde işlere karıştığını yazmaktaydı. (Karen Fogg gibi!) (İMF, Telekomünikasyon Üst Kurulu üyelerinin atanmasına karışmıştır.) Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, ceza ve medeni hukukun bir bölümü, dini esaslardan arındırılıyordu. Islahat Fermanı’nın en büyük marifetlerinden birisi, Osmanlı ikliminde, misyoner faaliyetlerini artırmasıdır. Hedefleri müslümanlardan çok Ermeniler ve Yahudiler’di. Kırım Savaşı günlerinin en becerikli misyoneri Hamlin, Robert Kolej’in kurucusudur. Robert Kolej daha sonra Boğaziçi Üniversitesi olmuştur. (Bugün de misyonerlik faaliyetleri devam etmektedir. Son 1 yılda özellikle gençler arasında Hıristiyan olanların sayısı hızla artmaktadır. Hatta bunlar arasında İlahiyat Fakültesi öğrencileri bile vardır.) Osmanlı topraklarında kısa zamanda çok sayıda kilise ve havra inşa edildi. Bilinçsiz verilen bazı haklara, yabancı devletlerin kışkırtması da eklenince, imparatorluğun bir çok yerinde (Örneğin Lübnan’da, Balkanlar’da, Mısır’da) isyanlar, ayrılmalar oldu. Ferman, gayrimüslim azınlıkların konumunu güçlendirip bunların arasında milliyetçi akımların hızlanmasına hizmet etti. Gayrimüslimler arasında milliyetçi akımların yayılması ise Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi birliğinin parçalanmasına yol açtı. Mali sıkıntılar da eklenince, ticari, mali, askeri anlaşmalar yapılmak zorunda kalındı. Bu durumlar Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahaleye kadar vardı. (İMF ve AB’nin geçmiş atalarından ne farkı var? Bugün onlar da aynısını yapmıyorlar mı? İç işlerimize karışmıyorlar mı?)
(…)
MUHARREM KARARNAMESİ (1881): Osmanlı’nın dış borçlanmasının, ekonomik çöküşün temel dinamiğini oluşturduğuna şüphe yoktur. Çünkü, 1874-1875 yıllık bütçe gelirleri 25.l04.928 lira olduğu halde, borçlarının o yıllık bölümünün toplamı 30.000.000 lira civarındadır. l875 yılında bütçe açığı 5 milyon lira iken, aynı yıl anapara ve faiz olarak 14 milyon lira dış borç taksidi ödemesi yapılması gerekmiştir. 1880’li yıllarda Osmanlı maliyesi perişan duruma düşünce, 20 Aralık 1881 yılında alacaklı devletler ile Osmanlı Devleti, Muharrem Kararnamesi adlı bir kararname imzalamış, böylece zengin Avrupalı, müflis Osmanlı’dan bir kez daha istediğini almıştır. Bu kararnamenin 8. maddesine göre gümrük gelirleri, tuz, tütün gelirleri, Mısır vergisi mutlak ve değişmez biçimde dış borç ödemesine ayrılıyordu. Bununla da kalmıyor Batılı alacağını garantiye almak için bu gelirler borç ödemesine yetmediği takdirde ağnam (koyun ve keçi başına alınan vergi, sayım vergisi) gelirleri de teminat olarak gösteriliyordu. Böylece Osmanlı gelirlerinin yaklaşık % 35’e yakın bir kısmı Batı ülkelerinin, yani alacaklı ülkelerin denetimine bırakılıyordu. Bu durum mali bağımsızlığın kaybından başka bir şey değildir.
(…)
DÜYUN-U UMUMİYE (1881): Muharrem Kararnamesi’nin 15. maddesine göre alacaklıların menfaatini korumak ve borçların ödenmesini bir plan dahilinde yürütmek üzere İngiltere, Hollanda, Fransa, Almanya, Avusturya ve İtalya’dan birer üye ve Osmanlı’yı temsilen bir üyenin bulunduğu Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. (Bugünkü IMF) Bulgaristan vergisi, Kıbrıs adası gelirleri fazlası, Şarki Rumeli vergisi, Gümrük Gelirleri, Temettü Vergisi ve Tömbeki Resmi Düyun-u Umumiye’ye tahsis edildi. Ayrıca tuz ve tütün tekelinde gerekli değişiklikleri yapma ve tekel tarzında yönetme yetkisi de tanındı. (Günümüzdeki örneği Tütün ve Şeker Yasası) GÖREVİ, Osmanlı Devleti’nce kendisine tahsis edilen gelir kaynaklarından Osmanlı Devleti’nin dış borç anapara ve faizlerinin geri ödenmesini sağlayacak fonlar yaratmaktı. (Bugünkü faiz dışı fazla…) Düyun-u Umumiye İdaresi, elde ettiği kaynaklardan her yıl % 1’i anapara, % 4’ü faiz olmak üzere Osmanlı borçlarının % 5’ini ödeyecekti. Eğer elde ettiği gelir borçtan fazla olursa kalan kısım Osmanlı hazinesine aktarılacaktı. 1882-1914 tarihleri arasında Osmanlı gelirleri hiçbir zaman bu oranı aşamamıştır. YAPISI- İdare’nin başkanlığı, Fransız ve İngilizler’e ait olacak ve her üye nöbetleşe 5 yılda bir başkanlık yapacaktı. Beş yıl için seçilen tüm üyeler, Osmanlı Devleti’nin maaşlı memuru sayılacaktı. Dış ülkelerden gelenler 2.000, İstanbul’da oturanlar ise 1.200 sterlin maaş alacaklardı. 1897’de Cağaloğlu’nda kendisi için yaptırılan büyük binaya (Bugünkü Kabataş Erkek Lisesi) taşındı. I. Dünya Savaşı’nın başlarında Düyun-u Umumiye İdaresi’nde çalışanların sayısı 5.537 idi. Bu sayı 1912 yılında 9.000 kişiye çıkmıştır. Düyun-u Umumiye, 1.Dünya Savaşı’na kadar düzenli olarak Osmanlı borçlarını belirlendiği şekilde elde ettiği kaynaklardan ödedi. 23 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla borçların bir kısmı Osmanlı’dan ayrılan devletlere devredildi. 1928 anlaşmasıyla Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı  borçlarından 1912 yılından önceki kısmının % 62’sini, bu tarihten sonraki kısmının da % 76’sını ödemeyi kabul etti. Borcun 1933 yılı bakiyesi 79.820.563.TLolup o zamanki pariteye göre yaklaşık 65 milyon dolardır. Bu borcun 25 Nisan 1944 tarihli bir anlaşma ile on yıllık bir süreçte tasfiyesi kararlaştırılmıştır. Böylece 1854’te başlayan Osmanlı’nın borçlanma işlemi 100 yıllık bir macera ile 1954’te son taksidi ödenerek tamamlanmıştır. Düyun-u Umumiye İdaresi, devletin bağımsızlığını ipotek altına sokan, vergi ve bütçe haklarını çiğneyen bir kuruluş olarak görülmelidir. Bugünkü küresel borçlanma siyasetinin temel hedef ve araçları dikkate alındığında benzeri bir değerlendirmeyi IMF politikaları için de yapmak mümkün.
(…)
REJİ İDARESİ (1883): Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşundan sonra 27 Mayıs 1883’te kurulan Tütün İdaresi’nin Reji Şirketi’ne devredilmesiyle birlikte Reji İdaresi’nin 1.112 adede ulaşan kolcuları ve korucuları ile devlet içinde devlet haline geldiği görülmektedir. Bu idare köylünün ürettiği tütünü en düşük fiyattan alıyordu. Tütün üreticisi de bu idare dışında 4-5 kat fazla fiyat veren yabancı tütün alıcılarına satmak istiyordu. Bu yüzden silahlı kolcularla köylüler arasında çıkan çatışmalarda 1883-1902 yılları arasında toplam 20.000 köylü öldürülmüş veya kendi tütününü kaçak sattığı tespit edilenler idam edilmiştir. Bu durum karşısında devletin sesi bile çıkmamıştır. Reji İdaresi’nin bu zulmü, Lozan Anlaşması’na kadar devam etmiştir.
(…)
OSMANLI BORÇLARININ GENEL BİR DEĞERLENDİRMESİ: Dışarıdan alınan borçların tamamı yatırımlardan ziyade cari harcamalara ayrılmıştır. (Türkiye yıllarca cari harcamaları için borç aldı. Bugün de borcu ödemek için borç alıyor.) Borçlarla ilgili şu tespitler yapılabilir: 1- Alınan borçların faizleri günün piyasalarına göre çok yüksektir. (IMF’den aldığımız borçların faizleri de yüksek) 2- Borçlanmada ele geçen miktar % 57 civarında olmasına rağmen borçlanılan kısım % 100’dür. Geriye kalan meblağ, masraf veya komisyon olarak kesilmiştir. 3- Alınan borçlar için devlet gelirlerinden bir ya da birkaçı karşılık olarak gösterilmiştir. Özellikle Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kuruluşundan sonra gelirlerin bir kısmının bu idareye tahsis edilmesi sebebiyle devlet gelirlerinde büyük bir azalma olmuş ve bu durum devletin çökmesinde önemli bir rol oynamıştır. 4- Hemen bütün borç sözleşmelerinde ek sözleşmelerle borç veren ülkelere mali ve ekonomik ayrıcalıklar tanınmıştır. (Günümüzde, borçların karşılığı olarak uluslararası sermayenin önünü açacak yasalar zorla çıkarılmıştır.) 5- Düyun-u Umumiye İdaresi’nin teşkili ile devlet gelirlerinin önemli bir kısmından vazgeçilmesi, devletin hem egemenlik hem de mali haklarından feragat etmesi sonucunu doğurmuştur. (Bugün de IMF’nin istediği yasaları çıkarması için TBMM iradesi hiçe sayılmaktadır.) 6- Başlangıçta borç veren ülkelerin başında Fransa ve İngiltere gelirken Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’ya borç veren ülkelerin başında Almanya yer almıştır. 7- Borcu borçla kapatma mantığı devletin sonunu getirmiş, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına ve tarih sahnesinden çekilmesine sebep olmuştur. Osmanlı Devleti’nin, süper güçlerin ve onların yönetimindeki uluslararası sermayenin bir devleti batırmak için kurduğu tuzağa düşmesi bir ibret vesikası olarak bugün de uyarıcı nitelik taşımaktadır.
(…)
VE OSMANLI’NIN SONU: Batılılaşma sürecinde, dışa bağımlılık ve sömürünün artması, halkın yoksullaşmasına neden oluyordu. Osmanlı ekonomisi, elitlerin eliyle Batı kapitalizminin çıkarları doğrultusunda biçimlendirildikçe geriliyor ve bunun yükünü halk omuzluyordu. (Bugün de dışa bağımlılık halkı yoksullaştırıyor) Bugün de önümüze konulan IMF yasaları, yıllar önce Osmanlı’nın parçalanması için hazırlanan, zamanı geldikçe Türk’ün önüne konulan yasaların, fermanların benzeridir. Bu yasalar kaygı vericidir, büyük tehlikeler taşımaktadır. Batı kapitalizminin bugünkü geleneği, kökenlerini o dönemden almaktadır. Batı Avrupa, Osmanlı’da olduğu gibi, önceleri mal satarak sömürüye başlıyor, ardından sattığı malların gelirini borç vererek sömürüsünü sürdürüyor sonra da az gelişmiş ülkelerdeki kuruluşları ve tesisleri çok ucuza kapatarak sömürünün son halkasını tamamlamış oluyordu. 1879’da İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Derby, kendisinden gayet emin olarak “Osmanlı Devleti’ni o denli yakından denetliyoruz ki bu devletin toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir” demektedir. Batı'nın böylece, sömürdüğü ülkeleri ağır borç yoluyla sisteme bağlamayı klasik bir yöntem haline getirdiği anlaşılmaktadır. Hıristiyan Batı’nın bugünkü silahları başta Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği olmak üzere, IMF, çok taraflı ve ikili anlaşmalardır.  Şimdi hepimiz yeniden düşünelim. 1839-1919 Dönemi ile 1939-2002 dönemi arasında ne fark var? O dönem Sevr ile biten bir 80 yılı kitaplardan okuduk şimdi ise tarih gözlerimizin önünde seyrediyor. (ATO / 2004)
...
Ve...
Son olarak...
Demem o ki:
Kitabın adı: Meslek Yarası
Yazar: Zeynep Oral
Doğan Kitap
2. Baskı, Haziran 2006
10 TL
178 sayfa
(...)
Sayfa 100:
Milliyet gazetesi satılmıştı.
Satılan, yapılar, makineler, bilgisayarlar, senetler, masalar, iskemleler ve fotoğraflar, 49 yıllık birikim ve insanlar, yani gazetede çalışanlar, yazarlar, muhabirler, sekreterler, ressamlar, karikatürcüler, bilgisayarcılar, müdürler, ve garsonlar da dahildi.
Öyle miydi? 
Yani her şey satılık mıydı?
İnsanlar alınıp satılabilir miydi?
Gazetecinin görevi, okurlara doğru bilgi vermek, gerçekleri bidlirmekti.
Bu görevi yerine getirmesi için bağımsız olması kaçınılmazdı.
Çıkar ilişkileri ağına düşmemesi şarttı!
Demem şu ki:
Kitabın Adı: Coco Chanel / Efsanesi ve Hayatı
Yazar: Justine Picardie
Artemis Yayınları
I. Basım, Kasım 2011
30 TL
352 sayfa
(...)
"Siyah'ı zorla kabul ettirdim. Etrafındaki diğer tüm renkleri yok eder siyah. O yüzden bugün hala çok güçlü!" Coco Chanel
(...)
Sayfa 267:
"It takes courage to be yourself! / "Kendin olmak cesaret ister!"
(...)
Sayfa 276:
Le deuil blanc / Beyaz Yas!
Sözün özü:
Soru şu:
BOP kapsamında iktidara iliştirilen ak ya da f mafya'dan hangisi daha güç'lü?!
Hangisi ayakta kalır, denetim altına alınır, hangisi tasfiye edilir?!
Uyuşturucu mafyası dahil olmak üzere, Sarıgül, Gülen, İran, Erdoğan, ayakkabı kutuları vb her şey birbiri ile alakalı.
Anlaşılan o ki; 1 Ocak 2015 Dolmabahçe saldırısı başlangıç, mesaj sert, arkası daha da sert gelecek.
Final süreç'i çok kanlı.
Nokta.

2 Ocak 2015 

Hayrullah Mahmud

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder